KURAN’DA İNANÇ KONULARI, NAMAZ, ORUÇ, HAC VE ZEKAT
Kitabımızın bu bölümünde önce Kuran’daki inançla ilgili konuları inceleyeceğiz. Aslında İslam açısından Allah’a ve ahirete inanç en temel konulardır. Fakat din adına uydurulanlar, bunlardan daha çok uygulama alanında kendini gösterdiği için bu önemli konuyu kısaca geçeceğiz. Bu konudan sonra ise belki de en çok tartışma konusu olmuş olan namaz konusunu, ayrıca oruç, hac ve zekat konularını ele alıp değerlendireceğiz. Bu konuları değerlendirirken bu konulardaki kimi farklı görüşlere de yer vermeye çalışacağız. Namaz, oruç, hac ve zekat Peygamberimiz’in vahyi aldığı bölgede Hz. İbrahim’den beri bilinen, bu kavramları kullandığı anda karşısındakilerin anladığı ibadetlerdi. Bunlardan üçü olan namaz, oruç ve hac toplu şekilde uygulanan, toplumsal katılımla yaşanan ibadetlerdi ki bu durum, bu ibadetlerden bahsedildiğinde neyin kastedildiğinin anlaşılmamasını imkânsız kılıyordu. Bu ibadetlerin uygulanması için hiçbir hadis veya ilmihal kitabını açıp da bunları öğrenmeye ihtiyaç yoktur. Bu ibadetlerle ilgili benzeri hususlar ve Kuran’dan yola çıkarak bu ibadetlerin uygulanmasında yapılması gerekli düzeltmeler aşağıda değerlendirilecektir.
İNANÇ KONULARI
Allah’ın varlığı, birliği, merhameti, sonsuz kudreti, sorgusu ve cennet cehennemiyle ahireti yaratması gibi en temel ve en önemli konularda Kuran’ın anlattığı dinle, bilinen büyük mezhepler ters düşmemişlerdir. İslam’ın bu en temel inançlarının ortak bir şekilde muhafaza edilmiş olması, uydurmalardan kaynaklı tüm olumsuzlukların yanında en güzel husustur. Bazı çok sapkın, örneğin Hz. Ali’yi ilahlaştırmış veya şeyhinin içine Allah’ın girdiğini iddia etmiş sapkın mezhepler ve tarikatlar olmuştur ama bunlar çok ufak bir azınlıktır.
Fakat “Allah’ın tek hüküm koyucu olduğu” konusunda, Kuran’ın anlattığı dinle mezhepler arasında büyük bir fark vardır. Kuran’a göre tek hüküm koyucu Allah’tır. Allah’ın hükümlerinin toplandığı Kuran, Allah’ın dininin bütününü oluşturur. Mezhepler ise önce Peygamber’i Allah’ın yanında din oluşturucu gibi göstermişler, daha sonra sahabeleri, daha sonra mezheplerinin imamlarını, daha sonra ise kimi şeyhleri ve sözde din alimlerini adeta dinin kaynağı olarak göstermişlerdir. Haramlarda, farzlarda, sevaplarda bu kaynaklara atıflar yaparak Kuran dışında bir din oluşturmuşlardır. Bu tablo, uygulamalar açısından bir sorun oluşturduğu gibi inanç açısından da bir sorun olarak düşünülebilir. Kimi mezhep imamlarının yorumlarıyla vardığı sonuçlar, farz veya haram ilan edilmekte ve bu kararlar, Allah’ın kitabından çıkan bir farza veya harama denk tutulmaktadır. Örneğin Allah domuz eti yemeyi, zinayı, adam öldürmeyi Kuran ile haram kılar; mezhep imamları ise kendi kanaatleri ve hadis yorumları sonucu midye yemeyi, heykel yapmayı, erkeklerin altın takmasını haram ilan etmişlerdir. (Bu hükümlerin bir kısmı “hadis” kaynakları kullanılarak verilmiştir fakat bu hadisleri yorumlayan ve bu kanaate aykırı hadisler de olmasına rağmen son kanaati oluşturan mezhep imamlarıdır.) Dinimizde Allah’ın tekelinde olan haram kılma yetkisi, böylece başkalarıyla paylaştırılmıştır. Bunu yapanlar, bunun Allah’ın muradı olduğunu zannederek bunu iyi niyetle yapmış olabilirler ama yine de pratikte ortaya çıkan tablo budur. Allah dışında herhangi bir insanın (her kim olursa olsun) kanaatinin, evrensel dini hükümlerle eşitlenmesi sonucunu veren bu bakış açısı da onarılmalı, bu bakış açısının sahipleri tövbe etmelidirler.
İnanç konularındaki en büyük sorunlardan biri “Kuran yaratılmış mıdır, yoksa Kuran daima var mıydı?” sorusunun tartışılması sırasında görülmüştür. Bu sorunun tartışılması sırasında Kuran’ın yaratılmış (mahluk) olduğunu söyleyen bir grupla, Kuran’ın yaratılmamış olduğunu söyleyen bir grup oluşmuş ve her iki grup da birbirlerini kafirlikle itham etmişlerdir. Karşı grubun dinsiz olup öldürülmesi gerektiğine dair izahlar ve tartışmalar ile rezalet devam etmiştir. Kuran hakkındaki bu tartışma İslam tarihinin en büyük kavgalarından, çatışmalarından birisi olmuştur. En büyük mezhep olan ve dört mezhebi de kapsayan Sunnilikte Kuran’ın yaratılmamış olduğu sonucuna varılmıştır. Buna Mutezile takipçileri ve Şiiler şiddetle karşı çıkmışlardır. İlginçtir ki dinin tek kaynağı olan Kuran’ı, dinin yüzlerce kaynağından birine çeviren, “Bir keçi ayetleri yedi” deyip Kuran’ı nesh ettiren (hükmünü iptal ettiren) Ehli Sünnet’te, diğer yandan Allah’a mahsus olan “ezeli olma” gibi bir sıfat Kuran’a verilmiştir.
İnançla ilgili konularda, dine ilaveler yaparak Allah’ın tam dinini tamamlamaya kalkanlar, gereksiz konularda gereksiz izahlar yapmışlardır ve haliyle kendi aralarında da birçok kavgalar yaşamışlardır. Kuran Allah’ın bağışlayıcı olduğunu, merhamet sahibi olduğunu söyler. Allah’ın merhameti, bağışlayıcılığı gibi sıfatlarının Allah ile beraber her zaman mı var olduğu, yoksa bu sıfatların sonradan mı oluştuğu bahsedilen gereksiz tartışmalara örnektir. Aslında bu şekilde bir tartışmaya gerek yoktur ve Kuran’da olmayan bu husustaki felsefi yaklaşımlarını, dinin en temel inançları arasına sokmaya kalkanlar, bizce hata etmişlerdir. Eğer gerekseydi, Allah bu konularda gerekli izahları yapardı. Gereksiz izahların örnekleri “kader” konusunda da görülür. Bize göre bu konudaki tartışmaların temelinde, zamanı yaratan Allah’ı, adeta zamana bağımlıymış gibi düşünüp, “kader” konusunu ve diğer birçok konuyu öyle çözmeye çalışmak yatmaktadır. Kuran’ın açıklamadığı konularda kendi görüşünü “evrensel dini hakikatler” olarak sunmanın sonucu hüsran olmuştur.
Hadislerde geçen Allah’ın kudretini eksik gösterecek izahları, mezhepler, çeşitli yorumlarla, sorun olmaktan çıkarmışlardır. Bu mezheplere uyan halkın büyük bir kesiminin ise bu hadislerden haberi bile yoktur. Buhari’de geçen “Allah’ın parmağının soğukluğunu Peygamber’in sırtında hissettiği” ve “Allah’ın baldırını açıp cenneti aydınlattığı” hadisleri bunlara örnektir. “En doğru hadis kitabı” denilen kitapta geçen bu hadisler ve diğer hadis kitaplarındaki benzerleri, Kuran’ın anlattığı din ile çelişmekte ve din düşmanlarına malzeme oluşturmaktadır.
Kuran’da yer almayan “kabir azabı”nın dine sokulması, Kuran dışındaki “cennet ve cehennem tasvirleri”nin dinin bir parçası kabul edilmesi ise ahiret inancı açısından sapmadır. Bazıları, Kuran’ın yüzlerce ayetinde ahiret hayatı anlatılmasına karşın, bir kez bile bahsedilmemesine rağmen kabirde sorgunun, azabın ve ödüllerin olacağını dine sokmuşlardır. Üstelik ahiretle ilgili Kuran’daki anlatımlarda, ölümden sonra doğrudan ahiret hayatının başlatılması ve dünyada çok az kalındığının zannedilmesiyle ilgili ifadeler; kabirde sorgu, azap veya mükafat olduğu izahlarıyla çelişmektedir. Buna karşın kabirde bir hayat olduğunu iddia edenler, 40-Mümin Suresi 45 ve 46. ayetlerde belirtilen Firavun kavminin “sabah akşam” ateşe sunulmasından, ahirette “akşam” olmadığını, kısacası bu ayetlerin “kabir hayatı”nı desteklediğini söylemişlerdir. Oysa bu ayetlerde kabir hayatından bir bahis olmadığı gibi, ahiret hayatından bahsedildiği açık olan 19-Meryem Suresi 62. ayette de ahirette rızıkların “sabah akşam” verildiği vurgulanır. Zamanın izafiliğiyle ilgili durumu anlayamayanların, erken ölenlerin binlerce yıl beklemesini anlayamamaları neticesinde kabirle ilgili uydurmaları ürettikleri kanaatindeyiz.
Kuran ile Ehli Sünnet’in ve Şiiliğin; cennetin, cehennemin varlığı ve buradaki nimetlerin tükenmezliği konusunda bir ayrılığı yoktur ve bu sevindirici bir durumdur. Fakat Kuran dışı ahiret anlatımlarını ve kabir azabı hikayelerini de çöpe atmak ve Kuran’la doğruyu bulmak zorundayız. Çünkü gördüğümüz gibi ne zaman insanlar Kuran’da anlatılan dine, yani Allah’ın dinine, kendi görüşlerinin ürünü olan mezheplerle ve hadislerle ilaveler yapmaya kalkışmışlarsa sonu hep felaket olmuştur.
YÜZLERCE ÇELİŞKİYİ NAMAZI GÜNDEME GETİREREK GEÇİŞTİRME ÇABASI
Kuran’a dayalı bir dini anlayışın yüzlerce konuda daha tutarlı, daha mantıklı ve daha yaşanır olduğunu görmelerine rağmen mezhepçi-hadisçi anlayışları inatla kurtarmak isteyen bazı kişiler, “kurtuluşu” namaz konusunun hadis ve mezhep kitapları olmadan anlaşılamayacağını gündeme getirmekte aramaktadırlar. Kuran’ı dinin kaynağı olarak yetersiz gören mezhepçi-hadisçi yaklaşımları benimseyenler “Sırf Kuran’dan dini anlarsak, namazı nasıl kılacağız? Namazı sırf Kuran’a bakarak kılamayız. Demek ki Kuran dışı kaynaklar lazım…” diyerek mezheplerini-hadislerini kurtarmaya çalışmaktadırlar. Aşağıda, Kuran merkezli bir anlayışı benimseyenler açısından namaz konusunu anlamakta bir sıkıntı olmadığını, bu hususta farklı bazı görüşler ifade edilmiş olsa da, bu görüşlerin mezhep ve hadis kaynaklarına atıf yapılmadan anlaşıldığını göreceğiz.
Önceden gördüğümüz gibi Allah’ın cennette baldırını açtığı izahından dünyanın balık üzerinde olup bu balığın kuyruğunu sağlamasıyla deprem olduğu izahına kadar, Kuran’daki bir hükmün aç bir keçinin yemesiyle yürürlükten kalktığı izahından namaz kılmayanın öldürülmesi gerektiği izahına kadar mezhepçi-hadisçi yaklaşımlar içerisinde Kuran’a ve mantığa aykırı birçok izah mevcuttur. Bu kaynakları merkeze alarak bu ümmetin sağlıklı bir din algısı oluşturması mümkün değildir. Mezhep ve hadis kaynaklarına atıf yapılmadan da bahsedilen ibadetler anlaşılırdır ama bir an için mezhepçi-hadisçi yaklaşımları benimseyenlerin zannettiği gibi bu kaynaklara atıf yapılmadan bu ibadetlerle ilgili kimi hususların anlaşılmaz olduğunu farz edelim. Bir görüşün doğru olduğunu göstermek için karşı tarafın görüşünde bir açık göstermek yetmez, yapılması gereken kendi görüşünün daha doğru olduğunu göstermek ve yöneltilen eleştirileri karşı tarafın eleştirileri cevapladığından daha iyi cevaplayabilmektir. Mezhepçi-hadisçi yaklaşımları benimseyenler, kendilerine yapılan yüzlerce eleştiriye, namaz konusuyla ilgili anlaşılmayan noktalar olduğu iddiasını yaparak cevap verebileceklerini sanmaktadırlar. Daha doğrusu namaz konusunu ortaya atmakla kendilerine yöneltilen yüzlerce soruyu cevapsız bırakabileceklerini ve kendilerinin Kuran merkezli yaklaşımlardan daha başarılı olduklarını gösterebileceklerini sanmaktadırlar. Oysa bu kitap boyunca gösterilen eleştirilerden mezhepçi-hadisçi anlayışları benimseyenlerin kaçması mümkün değildir. Kuran dışında bu ümmetin güvenebileceği bir kaynağın olmadığı çok açıktır. Ayrıca aşağıda görüleceği gibi mezhep ve hadis kaynaklarına başvurmadan namazı, orucu, haccı ve zekatı anlamakta bir sorun yoktur. Hz. İbrahim’den beri bilinen ve çoğu toplu uygulamaya katılımla da anlaşılan bu ibadetleri ele almadan önce, namazı kılmaya başlamadan önce gerçekleştirilmesi gerekli şartları ele alıp, bunların Kuran’dan nasıl anlaşıldıklarını göstereceğiz.
BOY ABDESTİ (GUSÜL) VE ABDEST
Kuran’da boy abdesti ve abdest, sadece ve sadece namazın şartı olarak anlatılır. Ayrıca camiye girerken, Kuran okurken veya namaz dışındaki herhangi bir ibadet için boy abdestinin ve abdestin alınması dini bir mecburiyet değildir. Kuran’da boy abdesti ve abdest birazdan vereceğimiz iki ayette geçer. Bu iki ayet dışında Kuran’da boy abdesti ve abdest ile ilgili hiçbir ayet yoktur. Boy abdestinin ve abdestin ne yapmamız için gerektiği, ne zaman gerektiği, su olmazsa ne yapılacağı bu iki ayetten anlaşılmaktadır:
Ey iman edenler! Namaza kalktığınızda, yıkayınız: yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi; sıvazlayınız: başınızı ve aşık kemiklerine kadar ayaklarınızı. Eğer cünüp iseniz temizlenin. Eğer hasta veya yolculukta iseniz veya biriniz tuvaletten gelmiş, yahut kadınlara dokunmuş da su bulamamışsanız, temiz bir toprakla teyemmüm edin: Yüzlerinizi ve ellerinizi sıvazlayın. Allah size zorluk çıkarmak istemez. Allah sizi temizlemek ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak istiyor. Umulur ki şükredersiniz.
5-Maide Suresi 6
Ey iman edenler! Sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye kadar, cünüp iken de -yolculuk hali müstesna- yıkanıncaya (gusül edinceye, boy abdesti alıncaya) kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hasta veya yolculuktaysanız, biriniz tuvaletten gelmiş, yahut kadınlara dokunmuş da su bulamamışsanız, temiz bir toprakla teyemmüm edin: Yüzlerinizi ve ellerinizi sıvazlayın. Allah affedici, bağışlayıcıdır.
4-Nisa Suresi 43
Şimdi sorularımızı sorup bu iki ayete göre cevap verelim:
1- Abdest ve Boy Abdesti Niçin Lazımdır?
Ayetlerden açıkça anlaşılıyor ki abdest de, boy abdesti de sadece namaz için lazımdır. 5-Maide Suresi 6. ayetin başında abdestin namaz için alınması gerektiği söylenir. 4-Nisa Suresi 43. ayette de cünüp olanın yıkanmadan namaz kılamayacağı anlatılır.
2-Boy abdesti (gusül) ne zaman alınır?
“Boy abdesti” ifadesiyle Türkçede kastedilen Kuran’da geçen “cünüp” olunca gerekli olan yıkanmadır. “Gusül” zaten Arapça “yıkanma” demek olduğu için “boy abdesti” yerine Türkçe “gusül” veya “gusül abdesti” diyenler olmuştur. Suyun gerekli olduğu bir halin iki ayette de “kadınlara dokunma” olduğu söylenir. Arapçada da Türkçedeki gibi deyimler vardır. Türkçede “kadınlarla beraber olma” ifadesi “cinsel ilişkiye girme” anlamında kullanılır. “Kadınlara dokunma” ifadesi Arapçada “cinsel ilişki” anlamına gelen bir deyimdir ve Kuran boyunca bu deyimin kullanımına bakılırsa bu anlaşılacaktır. Yani boy abdestinin cinsel beraberlikten sonra alınması gerekir.
3-Abdest ne zaman alınır?
Konuyla ilgili iki ayette de bize suyun gerekli olup da suyu bulamadığımız hallerde ne yapmamız gerektiği açıklanır. Suyun bize gerekli olduğunun açıklandığı hal ile abdesti neyin bozduğu da açıklanmıştır. Burada “tuvaletten gelmiş” diye çevirdiğimiz ifade bize abdestin “tuvaletten” gelinince alınması gerektiğini göstermektedir. “Tuvalet” diye çevirdiğimiz kelimenin Arapçası “gait”tir. Arapça bu kelime “çukur yer” anlamında olup, “tuvalet, ayak yolu” kelimelerine karşılık gelmektedir. Yani abdestin çukur yerlere yapılanlardan sonra alınması gerekmektedir. Bunun dışında tarif edilen hiçbir şeyle, kanın akmasıyla da deve etinin yenmesiyle de abdest bozulmaz. Ayetten abdesti neyin bozduğu açıkça anlaşılmaktadır. Kişiler “tuvalette, ayak yolunda” çukur olan yere ne yapıyorsa abdesti o bozar.
4-Boy abdesti nasıl alınır?
Boy abdestinin cünüp iken alınması gerektiğini daha önce söylemiştik. Cünüpken ne yapmamız gerektiği iki kelime ile anlatılır. 5-Maide Suresi’nde “tahare” kelimesi “temizlenmek”, 4-Nisa Suresi’ndeki “gasale” fiili “yıkanmak” demektir. Boy abdesti için “Şuradan şuraya kadar yıkanın, ağzınızı ve burnunuzu üçer kez çalkalayın, toplu iğne başı kadar kuru yer bırakmayın, sağ omuzdan başlayarak üçer kez su dökün…” şeklinde ifadeler geçmez. Ayetteki “gasale” kelimesinden sadece “yıkanmak” anlaşılır. “Tahare” ifadesi ile ise bu yıkanma işleminde kirlerden arınmanın önemi anlaşılır. Bir anne beş yaşındaki çocuğuna “Yıkan” derse, o çocuk bunu anlayıp yıkanır. Oysa koskoca adamlara “Yıkan” deniliyor fakat onlar “Nasıl yıkanacağım? Toplu iğne başı kadar kuru yer kalırsa ne olur? Önce hangi omuzuma su dökeceğim?…” gibi gereksiz sorular sorup, bu sorularının cevabını bulamayınca Kuran’ın yetersiz olduğunu sanıyorlar. Üstelik bu anlamamanın, kendilerinin apaçık basit bir anlatımı anlamaya çalışmamalarından kaynaklandığını da anlayamıyorlar. Bir de Kuran’da anlatılanları eksik zannedip, bu garip soruların açıklandığı çelişkilerle dolu kitapları, dinin tam ve eksiksiz kaynaklarıymış gibi rehber ediniyorlar.
5- Abdest Nasıl Alınır?
5-Maide Suresi 6. ayette abdesti nasıl almamız gerektiği anlatılmaktadır. Bu anlatımda “yıkayın” fiilinin ardından “yüz ve dirseklere kadar elleri” ifadesi geçer, “sıvazlayın” fiilinin ardından da “baş ve aşık kemiklerine kadar ayakları” ifadesi geçer. (Aşık kemikleri, ayak bileğinin iki tarafındaki çıkıntılı kemiklerdir.) Birisi size “yıkayın: banyoyu ve mutfağı; silin: salonu ve yatak odasını” derse ne anlarsınız, yatak odasının yıkanması gerektiğini mi yoksa silinmesi gerektiğini mi? Herhalde yatak odasının silinmesi gerektiğini anlarsınız. Fakat Sünni mezheplerden olanların çoğunluğu, “sıvazlayın” fiilinden sonra geçen “aşık kemiklerine kadar ayakların” sıvanması yerine “yıkanması” gerektiğini savunmuşlar, ayakları daha önceden geçen “yıkanma” fiiliyle ilişkilendirmişlerdir. Oysa yakında olan fiil varken uzakta olan fiille ayakları ilişkilendirmemek daha doğru gözükmektedir. (Sünni mezheplerden Hanbeli mezhebinde, hem “sıvazlama”nın hem de “yıkanma”nın mümkün olduğu da ifade edilmiştir.) Ayette, “yukarıdan aşağı ne yapılması gerektiğinin söylendiğini, sıvazlamanın ara izah olduğunu ve bir tek başın sıvazlanması gerektiğini” söylemek de mümkün değildir. Çünkü ayette önce yüz ve ellerden bahsediliyor, sonra başa çıkılıp, sonra aşağı ayaklara iniliyor. Bu yüzden ayakları aşık kemiklerine kadar sıvazlamayı “yıkayın” fiiline göndermek daha tutarlı gözükmemektedir. “Ayakları yıkama mecburiyeti” uydurma hadislerle desteklenmeye çalışılmıştır. Oysa Şiilerdeki hadislere göre ayaklar elle sıvazlanır. Amacımız hadisleri hadislerle çürütmek değil fakat Kuran’ı yeterli görmeyenlerin hadiste bile keyfi davrandıklarını göstermektir. Prof. Süleyman Ateş birçok sahabenin de ayaklarını sıvazlamayla yetindiğini belirttikten sonra ayetin Arapçasından anlaşılanı şöyle açıklar: “Yüce Allah, abdestte vücudun iki temel uzvunun yıkanmasını emretmiştir ki; bunlar yüz ve kollardır. İki uç uzvun da sıvazlanmasını emretmiştir ki; bunlar da baş ve ayaklardır. Yıkayınız fiilinden sonra iki tümleç getirmiştir. Bunlar yüz ve ellerdir. Demek ki yüz ve eller yıkanacaktır. Sıvazlayınız fiilinden sonra da iki tümleç getirmiştir, bunlar da baş ile ayaklardır. Demek ki bunlar da sıvazlanacak uzuvlardır. Ayette bu manayı son derece güçlendiren ince bir nokta vardır. Kuran-ı Kerim’de her kelime birbiriyle son derece uyumlu ve mütenasiptir. Şimdi yıkayınız fiilinden sonra gelen iki tümleçten ilki nasıl tek bir uzvu, ikincisi iki uzvu (yani iki eli) gösteriyorsa, sıvazlayınız fiilinden sonra gelen iki tümleçten de birincisi bir tek uzvu, ikincisi iki uzvu (iki ayağı) göstermektedir.” (Süleyman Ateş, Kuran Ansiklopedisi, 1. cilt, Abdest bahsi). Kısacası abdestte yüz ve dirseklere kadar eller yıkanır, baş ve aşık kemiklerine kadar ayaklar sıvazlanır, bunların haricinde bir şey gerekmez. İsteyen ağzını ve burnunu çalkalar, üç parmakla ensesini sıvazlar, ayaklarını yıkar, her uzvunu yıkayışta Arapça dualar okur. Fakat bunlar abdestin mecburiyetleri değildir. Abdest Kuran’da açıklanmıştır ve bunlar Kuran’daki açıklamalarda yoktur.
6- Su Bulunamazsa Ne Yapılır?
Normalde bir insanın su bulamama ihtimali çok azdır. Kuran’ın bu ender oluşacak durumu bile açıklaması Kuran’ın gerektiğinde nasıl tüm detayları verdiğinin bir delilidir. Bu durumda kişi, suyun eksikliğini temiz bir toprağa teyemmüm ederek giderir; namazı terk etmek diye bir şey söz konusu olmaz. Temiz toprağa eller sürülerek yıkanamayan yüz ve eller sıvazlanır. Böylece namaza hazırlık suyun olmadığı zaman da sağlanmış olur.
Her iki ayetin sonunda geçen Allah’ın bize güçlük çıkarmak istemediğine, bağışlayıcılığına, affediciliğine dair ifadeleri boy abdestini ve abdesti bir sürü gereksiz detaylara boğanlar ve iki ayette açıklanan konuyu “açıklamak” için müstakil kitaplar yazanlar, düşünerek tekrar okumalılar.
NAMAZDA KIYAFET VE TEMİZLİK
Kuran’da namaz için özel bir kıyafet tarif edilmez. Tek başına namaz kılan namazını istediği gibi kılar. Namazın toplu kılındığı yerlere gidenlerin ise güzel, düzgün kıyafetle gitmesi iyidir (Bakınız 7-Araf Suresi 31). 7-Araf Suresi 26. ayette; insanların avret yerlerini örtecek giyim tarzı olduğu gibi güzellik ve süs kazandıracak giyim tarzı da olduğu söylenir. Bundan beş ayet sonra 7-Araf Suresi 31’de mescitlerin yanında (namaz kılınan bölgede) süslenmeden bahsedilir. Kuran’da namaz kıyafeti diye özel bir kıyafet tarif edilmez fakat toplu kılınan namazlarda kılık kıyafete dikkat etmek yerinde olacaktır.
2-Bakara Suresi 125 ve 22-Hac Suresi 26. ayetlerden namaz kılınacak bölgenin temizlenmesinin ve temiz tutulmasının önemi anlaşılır. Ayrıca 74-Müdessir Suresi 3. ve 4. ayetlerden elbisenin temiz olmasının ve pislikten kaçınmanın önemi anlaşılır. Namaz dışında da geçerli olan bu ilkeler elbette namazı da kapsar.
KIBLEYE DÖNMEK
2-Bakara Suresi 144, 149 ve 150. ayetlerde Müslümanların nerede olursa olsunlar Mescidi Haram’a, yani Kabe’nin olduğu yöne dönmelerinin gerektiği söylenir. Bu, namaza düzen de veren bir uygulamadır. Özellikle toplu kılınan namazlar bu sayede daha düzgün ve düzenli olur. 2-Bakara Suresi 115. ayette; nereye dönersek dönelim Allah’ın orada olduğu söylenerek, Kabe’ye dönmeye yanlış manalar yüklenilmesi, Mescidi Haram ve çevresinin putlaştırılması önlenir. Mevcut camiler Bakara Suresi’nin ayetlerine binaen Mescidi Haram’a doğru yapılmıştır. Müslümanlar kıldıkları namazı Mescidi Haram’a dönerek kılmaktadırlar. Müslümanlar kıbleyi biliyorlarsa (Mescidi Haram yönünü) oraya dönüp namazı kılarlar. Eğer yönü bulamazlarsa, Allah’ın her yerde olduğunu bilip, herhangi bir yöne dönerek namaz ibadetlerine devam ederler (2-Bakara Suresi 115).
Kuran’dan, Müslümanların namazda nereye dönecekleriyle ilgili bir ayet gelmeden önce ehli kitabın döndüğü yöne dönerek namaz kıldıklarını ve bunun değiştirildiğini anlıyoruz. Nitekim 2-Bakara Suresi 142. ayette “Onları yöneldikleri kıblelerinden çeviren nedir?” diye sorulduğunu, bu yön değişikliğinden hareketle bir itiraz getirilmeye çalışıldığını görüyoruz. Mescidi Haram’a yönelmeyi emreden ayetin vahyedilmesiyle Müslümanlar Kabe’ye yönelerek namaz kılmaya başlamışlardır. Daha önceden yöneldikleri yöne (Kudüs) dönmeyi ifade eden bir Kuran ayeti ise yoktur. Bu da bizce, Müslümanların “namaz kılın” emrini aldıklarında namazın ne olduğuyla ilgili bir anlayışa sahip olduklarını gösteren, bu emirle beraber ehli kitabın uygulamalarında da gördükleri şekilde namaza başladıklarını gösteren delillerden birisidir. (Aşağıda bu husus daha detaylı işlenecektir.) Bu anlayışa namaz kılınırken nereye dönüleceği de dahildi, bu yüzden Kuran vahyi gelmeden önce Kudüs’e dönmüşlerdi. Fakat Kuran’ın vahyiyle bu husus değiştirilip Kabe’ye dönülmüştür.
NAMAZDA SES
Namazdaki ses konusunda düzenleme şu ayetle verilmektedir:
Namazında sesini yükseltme, kısma da, ikisi ortası bir yol tut.
17- İsra Suresi 110
Görüldüğü gibi namazı bağırarak kılmamak gerekir. Ayrıca kelimeleri içinden geçirip, sessiz bir şekilde namaz kılmak da uygun değildir.
NAMAZA ÇAĞRI (EZAN)
Kuran’da namaz için çağrı yapıldığını, kâfirlerin ise bu çağrıyı alaya aldıklarını görüyoruz (5-Maide suresi 58). Amaç namaz için kişilerin toplanmasıdır ki bunun için gereğinde çağrı yapılır. Cuma namazı, toplu kılınması emredilen bir namaz olduğu için Cuma namazına çağrı yapılır (62-Cuma Suresi 9).
Ezanın belli bir formda yapılmasına gelince; aktarılan hadislerde de mevcut ezanın vahiy sonucu veya Peygamberimiz’in emri ile oluştuğu ifade edilmez. Hadislere göre namaza erken gelenler işlerinden geri kaldıkları, geç gelenler ise namazı kaçırdıkları için yakınıyorlardı. Bunun üzerine namaza nasıl çağrı yapılabileceği ile ilgili değişik görüşler ortaya atıldı. Sonunda görülen bir rüya üzerine bugünkü gibi insan sesinin kullanılması suretiyle gerçekleştirilen ezanda karar kılındı (Ebu Davud). Hadislerde anlatılanlara göre Peygamberimiz bu rüya için “İnşallah hak rüyadır” demiştir. Yine hadislere göre Bilal kendi inisiyatifiyle sabah namazında “Es-salatu hayrun minen nevm” (Namaz uykudan hayırlıdır) ifadesini eklemiştir. Görüldüğü gibi hadisleri tarafsız bir şekilde okuyan biri, Peygamberimiz’in döneminde, ümmetin ihtiyaçlarına yönelik bir şekilde, ezanın mevcut şeklinin kabul edildiği sonucuna varır. Hadislere göre Peygamberimiz, “Bu böyledir, böyle ezan okuyun” diye emretmemiştir. Eğer ezanın mevcut metni bir emrin neticesi olsaydı Bilal’in ezana bir cümle eklemesi de düşünülemezdi. Bilal’in ezana kendi keyfince cümle eklemesi, yani ezanı değiştirmesi mümkün oluyorsa, ezanın mevcut şeklinin bir farz değil, bu ümmetin yerleşmiş güzel bir sünneti olduğunu düşünmek gerekmez mi?
Ezanın her yerde aynı şekilde okunan ortak ve Kuran’a uygun sözleri, Müslümanlar arasında birlik hissi uyandırmakta, bu çağrıyı duyan herkes, namaz vaktinin girdiğini ve namazın hep birlikte belli bir yerde kılınacağının mesajını almaktadır. Bu uygulama böylece, birlik hissi oluşturmasının yanında düzenle ilgili de önemli bir fonksiyona sahiptir. İslam dünyasının her yerinde aynı şekilde okunan ezanı muhafaza etmek, “İslam ümmetinin bu ortak sünnetini” bozmamak gerekir.
BİLİNEN BİR İBADET: NAMAZ
Daha önceden dikkat çektiğimiz gibi Peygamberimiz döneminde “namaz” (es-salat) denildiğinde neyin kastedildiği biliniyordu. Peygamberimiz’in Peygamberlik vazifesine başladığı Mekke şehrindeki Kabe’yi inşa eden Hz. İbrahim idi. Kuran’da Peygamberimiz’e Hz. İbrahim’in milletini takip etmesi söylenir. Buradaki “millet” kelimesine bazı müfessirler “din” anlamı da vermektedirler:
Bir de sana, “Allah’ı birleyen olarak İbrahim’in milletine uy” diye vahyettik. Ve ortak koşanlardan olma.
16-Nahl Suresi 123
Kuran’da Peygamberimiz’in kendisinden önce gelen peygamberler zincirinin son halkası olduğunu görüyoruz. Tüm peygamberler arasında ise Peygamberimiz ile Hz. İbrahim arasında adeta özel bir ilişki kurulmuştur. Mekke ve civarında yaşayan ve Mekke’deki Kabe’yi ziyaret eden Yahudiler, Hıristiyanlar ve hatta putperestler Hz. İbrahim’i sayıyorlar ve kendilerini onun takipçisi olarak görüyorlardı. Bunlara karşın Kuran’da şöyle denmektedir:
Gerçekten de insanlardan İbrahim’e en yakın olan ona tabi olanlar, bu peygamber (Muhammed) ve iman edenlerdir (Peygamberimiz’in ümmeti).
3-Ali İmran Suresi 68
Kuran’dan, Hz.İbrahim’in ailesinden bir bölümünü Mekke’ye yerleştirmesinin sebebinin namazı düzgün bir şekilde kılmaları olduğunu da anlıyoruz:
(İbrahim dedi ki:) Rabbimiz! Ben soyumdan olanların bir kısmını Beyti Haram’ın (Kabe’nin) yanında ekinsiz bir vadiye yerleştirdim ki namazı kılsınlar diye Rabbimiz.
14-İbrahim Suresi 37
Rabbim! Beni de soyumdan olanları da namazı kılanlardan eyle. Rabbimiz, duamı kabul et.
14-İbrahim Suresi 40
Kabe’yi babası İbrahim ile beraber inşa eden İsmail ve toplumu da namazı kılmaktaydılar:
54- Kitapta İsmail’i de an. O vaadine sadıktı ve bir elçi, bir peygamberdi.
55- Yakınlarına namazı ve zekatı emrederdi. O, Rabbinin razı olduğu biriydi.
3-Ali İmran Suresi 54, 55
Namaz kılma emri sadece Hz. İbrahim, oğlu ve takipçileri ile sınırlı değildir. Kuran’dan Yahudilerin ve Hıristiyanların da namazla emredildiklerini görüyoruz. Aslında günümüzdeki Yahudilikteki ve Hıristiyanlıktaki mezheplerin içinde hala vakitli kılınan namazların izlerini görmekteyiz. Bu namazlarda Allah’ın anılması, kıyam, rüku ve secde uygulamaları da devam etmektedir ancak mezhepten mezhebe vakit ve şekillerde farklılıklar vardır. Kuran evvelki ümmetlerin de uyguladıkları namaz alışkanlıklarını şehvetlerine uyarak bıraktıklarını söyler (19-Meryem Suresi 59). Günümüzde Yahudilik ve Hıristiyanlıktaki bazı mezheplerde, vakitli namaz ibadetini daha çok din adamları gerçekleştirmekte, halktan az bir kısım bu ibadete düzenli olarak katılmaktadırlar. Yahudilik ve Hıristiyanlıkta da namaz ibadetinin olduğunu şu ayetlerden anlıyoruz:
Musa ve kardeşine şöyle vahyettik: “Toplumunuz için Mısır’da evler hazırlayın. Evlerinizi ibadet edilecek yerler (kıble) yapın ve namazı kılın. Ve inananları müjdele.
10-Yunus Suresi 87
(İsa dedi ki:) Nerede olursam olayım beni mübarek kıldı. Yaşadığım sürece namaz kılıp zekat vermemi bana vasiyet etti.
19-Meryem Suresi 31
Oysa onlar (Ehli Kitap) dini sadece Allah’a halis kılan tektanrıcılar olarak O’na kulluk etmekle, namaz kılmakla, zekat vermekle emrolunmuşlardı.
98-Beyyine Suresi 5
Peygamberimiz ve yanındakiler “namazı kılın” emrini aldıklarında, namazın ne olduğunu anlamışlardı, ehli kitabın uygulamalarından bu ibadeti biliyorlardı. Bu konuda delil olarak “namaz kılın” ifadelerinin belirlilik takısıyla geçmesi de gösterilmektedir:
O namazı kılın ve o zekatı verin…
24-Nur Suresi 56
Burada ve diğer birçok yerde “namaz” (salat) ifadesi belirlilik takısı olan “el” ifadesiyle geçmektedir. Bu takı İngilizce’deki “the” takısına benzer, başına geldiği şeyin belli, bilinen bir şey olduğunu ifade eder. Burada bu takı namaz ifadesinin başında geçerek namazın “belli, bilinen” bir ibadet olduğu anlamını vermektedir. Bu da Peygamberimiz ve yanındakilere zaten belli, bilinen bir ibadet olan namazın emredildiğini göstermektedir. “Namazı kılın” emrini alan Peygamberimiz ve beraberindekiler, zaten bildikleri namazı kılmaya başladılar, ayrıca bilinen bu ibadet topluca da kılındığı için toplu kılınan namazlara katılımla da bu ibadetin ne olduğu öğreniliyordu. Kısacası namazı kılmak için kimsenin Kuran dışında ayrı bir kitaba ihtiyacı yoktu ve olmamıştır; bu husus aşağıdaki açıklamalarla daha da iyi anlaşılacaktır.
NAMAZIN KAPSADIKLARI
“Namaz kılın” emriyle zaten bilinen bir ibadet emredilmekle beraber, namazın kapsadıklarına Kuran’da dikkat de çekilmiştir. Çeşitli özürlerle namazın belli kısımları yerine getirilemeyebilir, örneğin korku zamanında binek üzerinde namaz kılan kişi secdeleri tam bir şekilde yerine getiremeyebilir. Fakat her durumda yerine getirilmesi gereken namazın en temel gerekliliği Allah’ın zikredilmesidir (hatırlanmasıdır):
Gerçekten de ben Allah’ım. Benden başka tanrı yoktur. Öyleyse Bana kulluk et ve Beni zikretmek (hatırlamak) için namaz kıl.
20-Taha Suresi 14
Namazın en önemli özelliği namazda Allah’ın hatırlanmasıdır. 20-Taha Suresi 14. ayetten namazın kılınmasındaki gayenin Allah’ın hatırlanması olduğunu anlarız. Kuran’ın bir sıfatının “zikir” yani “hatırlatma” olduğunu yine Kuran’dan söylenir. Namaz kılarken, edeceğimiz duada, Allah’a yakarışta, rehberimiz hep Kuran’dır. Örneğin Allah’ın bağışlayıcılığı, merhameti, her şeyi yaratması, cenneti, cehennemi, bilgisinin ve kudretinin büyüklüğü hep Kuran’dan öğrenilir. Namazda da merhametli, bağışlayıcı gibi sıfatlara sahip bir Allah’ın karşısında olduğumuzu bilir, ona göre Allah’ı hatırlar, ona göre Allah’a yöneliriz. Fakat namazda Arapça bilmeyenlerin Arapça Kuran okuması gerekmez ve eğer Arapçasından Kuran okuyacaklarsa da okuyacakları ayetlerin manasını öğrenmeleri yerinde olacaktır. Özellikle namazlarda hep tekrarlanan Fatiha Suresi’nin Arapçasını öğrenmek hem bu surenin manasını bilerek okuyabilmek için hem de toplu namazlarda bu sure okunurken anlamı anlamak için çok yerinde olacaktır. Arapça bilenlerin Kuran’ı vahyedildiği orijinal dilde okuması elbette güzeldir ama Arapça bilmeyenlerin çoğu, Arapça Kuran okurken Arapça anlamları bozmakta ve de ne söylediklerinden habersiz namaz kılmaktadırlar. Hanefilik gibi Ehli Sünnet olduğu ifade edilen bir mezhepte bile Arapça bilmeyenlerin Kuran’ın tercümesini okuyabilmesi konusunda esneklik ifade edilmesine, Selman el-Farisi’nin Fatiha Suresi’ni Farsçaya tercüme ettiği ve Farsilerin namazda bu tercümeyi okudukları bilinmesine rağmen bu konuyla ilgili esnekliklere dair görüşler halktan saklanmıştır. Allah sarhoş olmayan içkili kişilerin bile namaz kılmalarını istemiş fakat onlara bir şart koşmuştur: “Ne söylediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın” (4-Nisa Suresi 43). Böylece Allah, sarhoşların ne söylediklerinden habersiz oldukları için namaz kılmalarını istemediğini bildirmiştir. Peki, ayık kafalıyken anlamını bilmediği ayetleri Kuran’dan okuyup ne dediğini bilmeyenlerin durumu bu sarhoşlarınkine benzememekte midir? Bunların namazlarında yerine getirmedikleri unsur olan “ne söylediğini bilmek” sarhoşların yerine getirmediği unsurla aynı değil midir? Kişinin ibadette söylediklerinin farkında olması bir ruhsat ve bir kolaylık olarak görülmemelidir. Kişinin söylediklerinin farkında olarak ibadet etmesi, kişinin Yaratıcısı ile gerekli bağı kurması için önemli bir şarttır. Kuran’da, 2-Bakara Suresi 45. ayette, sabırla ve namazla Allah’tan yardım dilemek geçer. Namazda söylediklerinin manasından habersiz olan kişi, kendi özel derdiyle ilgili özel duygularını nasıl dile getirip de Allah’tan yardım dileyecektir.
Düzgün kılınan namazla şu unsurların yerine getirilmesi gerektiğine Kuran’da dikkat çekilmiştir:
1- Allah hatırlanmalıdır, kişi ne söylediğinin farkında olmalıdır (20-Taha Suresi 14).
2- Namazda huşu olmalıdır. “Huşu” kalpsel ürperti, derin saygı manasını taşımaktadır (23-Müminun Suresi 2).
3- Namaz kişiyi çirkin davranışlardan ve fiillerden alıkoymalıdır (29-Ankebut Suresi 45).
Namaz, Allah’ı hatırlamak için yapılan bir ibadettir. Fakat Allah’ı diğer şekillerde hatırlamaktan farklı olarak belli vakitlerde farz kılınmıştır, abdestli olarak yerine getirilmelidir ve belli hareketleri de kapsamak gibi bazı ilave özelliklere sahiptir. Zaten bilinen bir ibadet olmasından da kaynaklanarak, Kuran’da, namazın hareketlerinin tarif edilerek “namaz budur; bu şekilde namazı kılın” denilen bir ayete rastlamayız ama Kuran’daki anlatımlardan namazın hangi hareketleri kapsadığını da anlarız. Örneğin namazın savaş durumunda bile bırakılmayacak kadar önemli bir ibadet olduğunu gösteren 4-Nisa Suresi 102. ayette savaş durumunda bir grubun namaz kıldığını, diğer grubun ise nöbet tuttuğunu görüyoruz. Secde edildikten sonra diğer grup ilk grubun yerini alıp namazını kılmaktadır. Buradan namazın secde ile bittiği de anlaşılmaktadır. Bu ayetten savaş tehlikesinin olduğu bir durumda bile namazın secde de dâhil olmak üzere (secde kişinin en savunmasız halidir) yerine getirildiğini fakat nöbetleşe, silahları bırakmadan, düşmana fırsat verilmeden bunun yapıldığını görüyoruz. Eğer savaşta dahi vakitli farz olunan namaz böyle yerine getiriliyorsa, normal zamanda namazın kıyamı, rükusu ve secdesi ile yerine getirilmesinin önemi daha iyi anlaşılır.
Kuran’dan (14-İbrahim Suresi 40) namazın Hz. İbrahim’den beri var olan bir ibadet olduğunu anlıyoruz. Kuran’da hareketli ibadet manasında üç kelime geçer. Bunlar “kıyam (ayakta durma)”, “rüku (eğilme)” ve “secdedir (yüz üstü yere kapanma)”. Kuran’da İbrahim Peygamber’in makamının namaz yeri edinilmesi, evin temiz tutulması geçer (2-Bakara Suresi 125). 22-Hac Suresi 26. ayette ise evin “kıyam, rüku ve secde” edenler için temiz tutulması emredilerek namazın üç hareketinin ne olduğu bir arada gösterilmiş olur.
Hani İbrahim’e Kabe’nin yerini hazırlamıştık: “Bana hiçbir şeyi ortak koşma. Tavaf edenler, kıyam, rüku, secde edenler için evimi temiz tut.”
22-Hac Suresi 26
Bu ayetler dışında da namazın hareketleri olan kıyam, rüku ve secdeye dikkat çekilen ayetler vardır. Namazda rükuda söylenen “Subhane Rabbiyel Azim” ifadesi 56-Vakıa Suresi 96. ayette, secdede söylenen “Subhane Rabbiyel Ala” ifadesi 87-Ala Suresi 1. ayette geçen ifadelere uygun olarak söylenmektedir. Fakat rüku ve secdede ne söyleneceğiyle ilgili bir kısıtlama yoktur. Buralarda herhangi bir Kuran ayeti okunabileceği gibi Allah’a yönelinip dua da edilebilir, şükür de edilebilir, 2-Bakara Suresi 45. ayette dikkat çekildiği gibi karşımıza çıkan sorunlarda Allah’tan yardım da istenebilir Nitekim Peygamberimiz’in döneminde rüku ve secdelerde farklı ifadelerin söylendiği de rivayet edilmiştir. (Bakınız: İbn Hemmam, 2. cilt) Peygamberimiz’in hem çok kısa namaz kıldığına, hem de uzun rüku ve uzun secdelerle çok uzun namaz kıldığına dair hadisler vardır. Bu konudaki bazı hadislere göre Peygamberimiz kimi zaman rükuya gittiğinde hiç doğrulmayacağı zannedilecek kadar, kimi zaman secdeye gittiğinde hiç secdeden kalkmayacağı zannedilecek kadar uzun kalmıştır. Herhalde hiç kimse bunun 3’er defa bahsedilen ifadelerin söylendiği bir zaman dilimine denk geldiğini düşünmeyecektir. Ama namazı anlatan bazı kitaplarda rükuları üç “Subhane Rabbiyel Azim” ve secdeleri üç “Subhane Rabbiyel Ala” ifadeleriyle kısıtlayıp, Allah’ın serbest bıraktığını gereksiz yere sınırlayan açıklamalar vardır. Bu ifadeler, Kuran’ın ruhuna uygun, kulların Allah’ı yüceltmesi için güzel ifadelerdir. Namazlarda düzeni sağlamak için imamlara, bu ifadelerin 3 kere söyleneceği zaman miktarının geçirilmemesini telkin eden bir uygulamanın namazlara düzen verdiği düşünülebilir. Bizce, bu tip kalıplar, böyle endişelerle çıkmış, namazı çok uzun kıldırıp cemaatin bir kısmının isteklerine muhalefet edebilecek imamların önü kapanmıştır. Fakat namazlarda hep aynı ifadeleri tekrar etmenin neticesinde, birçok kişinin söylenen bu çok anlamlı sözlerin manasını düşünmeden otomatik olarak söylemeye teşvik edildikleri gibi bir zarar da göz önünde bulundurulmalıdır. Normalde rükuda ve secdede, sadece belirlenmiş bahsedilen ifadeleri söylememiz gerekmemektedir. Namazlardaki kıyam, rüku ve secdelerde ne kadar duracağımızın süresi şahsi görüşlerimize bırakılmıştır. Bazıları serbest bir alanı kendi belirlemeleriyle dondurmuşlardır. Bu belirlemelerden bir kısmı bir düzenin kurulmasında yardımcı olduysa da bunların birçoğu namazda aşırı şekilciliğe ve anlamdan kopmaya yol açmıştır.
Kişiler namazla ilgili gereksiz detaylara boğulmuştur. Fakat namazın en önemli unsurları olan söylediğinin farkında olma ve huşuyla ilgili ciddi sorunlar bulunmaktadır. Kıyamdayken ellerin bilekten tutulması, rükuda sırtın açısı, secdede önce alnın sonra burnun yere konması gibi nice teferruat üzerine gereksiz tartışmalar yapılmıştır. Nitekim mezhepler arasında, kıyamdayken ellerin bağlanıp bağlanmayacağı veya ayaktayken ayakların arasının ne kadar açılacağı gibi gereksiz tartışma konuları olmuştur. Birine “ayakta dur” (kıyam) deseniz bu emri kolaylıkla anlar ve size “Ellerimi ne yapacağım, ayaklarımın arası kaç santim olacak” gibi sorular sormaz. Kısacası kıyam, rüku ve secdenin namazın içindeki hareketler olduğu anlaşıldıktan sonra bu tip detaylarla ilgili sorulan sorular gereksizdir.
Kuran’da secdelerin arkasından (50-Kaf Suresi 40) ve namaz bittikten sonra (4-Nisa Suresi 103) da Allah’ın anılmasının gerektiği ifade edilmektedir. 4-Nisa Suresi 103. ayetten bu anmanın ayaktayken, otururken ve yan yatarken olabileceğini anlıyoruz. Namazlardaki oturuşlarla bu ayetlerin emri yerine gelmiş olmaktadır. Bu oturuşlarda asıl olanın Allah’ın anılması olduğunu görüyoruz, kişinin hangi sözleri söyleyerek bu anmayı gerçekleştireceğine ise kişi kendisi karar verecektir.
Namazı bitirdiğinizde Allah’ı ayaktayken, otururken ve yan yatarken hatırlayın (zikredin).
4-Nisa Suresi 103
Ayrıca 72-Cin Suresi 18. ayete göre namaz kılınan yerlerde Allah dışında kimseye yakarılmamalıdır. Peygamberlerden, evliya zannedilenlerden veya ölmüşlerden yardım istemek Müslüman’a yakışmaz.
Bu arada, yeri gelmişken, namazdaki bu hareketlerle ilgili ortaya atılan oldukça yanlış bir görüşü düzeltmeyi de yararlı buluyoruz. Kuran’da “namaz” anlamına gelen “salat” kelimesi aynı zamanda “destek, iletişim kurma, dua” gibi anlamlara da gelmektedir. Aslında bu anlamların birbiriyle ilişkisi gözükmektedir; Müslümanlar kıldıkları namazla Allah ile iletişim kurmakta, dua etmekte, dinlerine destek vermektedirler. Her dilde birden fazla anlama gelen kelimeler vardır, örneğin Türkçede “yüz” kelimesi; “bir sayı” ve “başın bölümü” ve “deri gibi bölümleri çıkarmak” ve “denizdeki hareket” gibi oldukça farklı anlamlara gelmektedir ama bu kelimenin geçtiği yere göre anlamını belirlemede Türkçe konuşan hiçbir kişi sorun çekmez. Aynısı Kuran’daki “salat” kelimesinin kullanımı için geçerlidir, üstelik “salat” kelimesi bu kadar ilgisiz manalara gelmemektedir ve Kuran’da geçiş yerine göre bu kelimeye mana verilmelidir. Bazıları, Kuran’da “namaz” anlamında “salat” kelimesinin hiç kullanılmayıp, bu kelimenin hep “destek” anlamında kullanıldığını ifade etmişlerdir. Kuran’ı biraz dikkatli okuyan bir kişi bu iddianın yanlışlığını hemen anlayacaktır. Öncelikle bu iddia ayakta durma (kıyam), rüku (eğilme) ve yere kapanma (secde) ifadelerinin mecazi anlamda alınıp gerçek anlamında alınmamasına sebep olmaktadır ki bu hiç de makul gözükmemektedir. Bazı ayetlerde bu iddianın tutarsızlığı iyice gözükmektedir. Örneğin 4-Nisa Suresi 102. ayette, düşmandan bir tehlike gelme endişesi olduğunda bir grubun nöbet tuttuğunu ve diğer bir grubun bu arada secde gibi hareketleriyle namaz kıldığını, sonra namazı kılmamış olan diğer grubun gelip namaz kıldığını görüyoruz. Buradaki “salat” ifadesini hareketler içermeyen bir destek olarak alırsanız birçok mantıksız husus karşınıza çıkar; hareketli olmayan bir destekte bir grubun diğerinin arkasında nöbette bekleyip, bu arada o grup “mecazi anlamda secde ettikten” sonra gelip de öbür grubun da “destek vermesi” gibi anlamlandırmalar mantıksız olacaktır. Ayrıca 4-Nisa Suresi 103. ayette belirtildiği gibi namaz belirli vakitlerde insanlara farz kılınmıştır, Allah’ın dinine destek ise her vakit yapılabilen bir eylemdir, bunun için belli vakitleri beklemeye gerek yoktur.
İlaveten hareketleriyle namazın farz olmadığı iddiasında bulunanlar, namaz için abdest almak gibi hareketli bir ön hazırlığın Kuran’da açıklanmasının kendi yaklaşımlarına ne kadar aykırı olduğunu görünce, Kuran’da namaz için abdest almakla ilgili -yukarıda ele aldığımız- ifadelerin yıkanma manasında olmayıp mecazi manalar içerdiğini söyleyecek kadar komik olacak derede zorlama, ayetlerin açık Arapçasıyla ilgisiz manalar vermeye kadar işi vardırmak zorunda kalmışlardır (hareketli namaz fikrinden kaçınmak için). Üstelik abdest ayetinde “dirseklere kadar elleri” gibi yıkanacak yerleri gösteren ve “tuvaletten gelince” ve “su bulamayınca toprakla sıvazlama” gibi ifadeler vardır ki, abdesti hareketsiz mecazi bir uygulama olarak ve hareketsiz bir desteğin ön şartı olarak anlamaya çalışanlar, bu gibi ifadeler karşısında anılmaya değmeyecek saçma yorumların içine düşmüşlerdir. Aslında bu kadar saçma görüşlere cevap vermeyi gereksiz görmekteydik fakat kitap ilk yazıldıktan sonraki dönemde gelen sorular üzerine bu açıklamayı kitaba eklemeye karar verdik. Görüldüğü gibi İslam’ı doğru anlamak için Kuran’a samimi, zorlama olmayan, kafasındakini zorla Kuran’a söylettirmeye kalkmayan, tutarlı bir şekilde yaklaşmak önemli şartlardan biridir.
NAMAZLARDAKİ REKAT SAYISI
Namazın içindeki kıyam, rüku ve secde hareketlerinin Kuran’da adları geçen namazın hareketleri olduğunu gördük. Sıkça sorulan bir soru, bu hareketlerin kaçar kez tekrarlanacağı şeklindedir; yaygın olarak bu soru “Namazlar kaçar rekat” şeklinde de sorulmaktadır. Bu soruya hiçbir hadis kitabına müracaat etmeden iki farklı şekilde cevap verilmiştir. Bu iki yaklaşıma göre de şu anda camilerde kılınan namazların rekatlarında bir sorun yoktur fakat “rekat” kavramına yüklenen anlam ile ilgili bu iki yaklaşım arasında farklılık mevcuttur. Bu iki görüşü de değerlendirmeniz için sizlere aktaracağız. Şu anda kılınan şekliyle, rekatlarıyla namazın muhafaza edilmesi gerektiği yönündeki düşüncemizi baştan belirterek iki farklı yaklaşımı dikkatlerinize sunuyoruz.
Bu yaklaşımların birincisini savunanlar, öncelikle daha önce dikkat çektiğimiz gibi namazın Hz. İbrahim’den beri, Peygamberimiz’in yaşadığı bölgede uygulanan ve bilinen bir ibadet olduğuna, daha önce kitap gönderilen diğer ümmetlerde de bu ibadetin farz olduğuna dikkat çekerler. (Bu konuda yukarıda alıntıladığımız ayetleri bir kez daha okumanızı öneririz.) Ayrıca “namazı kılın” ifadesindeki “o namaz” (es-salat) kelimesinin belirlilik takısıyla (el) geçtiğini, bunun da namazın bilinen bir ibadet olduğunu gösterdiğini ifade ederler. Buna göre “es-salat” ifadesindeki belirlilik, namazların rekat sayılarını da kapsamaktadır. Ayrıca Müslümanlar namazların topluca kılınmasına katılarak rekat sayılarını görmüşlerdir, hepsi namazlardaki rekat sayılarını gördükleri için de “o namaz” (es-salat) denildiğinde rekatları belirli bir şekilde namazları anlamaktadırlar. Namaz diğer bütün ibadetlerden farklı olarak her gün düzenli bir şekilde uygulanan ve “vakitli olarak farz kılınmış” bir ibadettir, Cuma namazı dışında namazların topluca kılınması farz değilse de namaz her gün topluca kılındığı için bu toplu uygulamada herkes namazların rekat sayısını hiçbir şüpheye yer kalmaksızın görmektedir. Zaten birbirinden hemen her konuda ayrı düşen Sünni ve Şii mezheplerin hepsi de namazların rekatları konusunda ittifak etmişlerdir. Kısacası namazların rekatları toplu uygulamaya katılarak görülmektedir, bu yüzden rekat sayılarını öğrenmek için Kuran dışında ayrı bir hadis veya ilmihal kitabına ihtiyaç yokur, Kuran’daki “o namazı” (es-salat) kılın emrini alan ve topluca kılınan namaza katılan her kişi, hangi namazın kaç rekat kılınacağını anlamaktadır. Bu görüşe aşağıdaki ayet de delil olarak sunulmuştur:
Namazı kılın, zekatı verin. Ve rüku edenlerle beraber rüku edin.
2-Bakara Suresi 43
Bu arada “rekat” kelimesinin “rüku” ile aynı anlama geldiğini hatırlatalım. Önceki başlıkta rükunun (eğilmenin) namazın hareketlerinden biri olduğunu görmüştük. Rüku edenlerle beraber rüku eden kimse, doğal olarak, namazı uygulamadaki mevcut rekat sayısına göre kılacaktır. Görüldüğü gibi rekatların anlaşılma adresi toplu uygulamadır, herhangi bir Kuran-dışı metin (hadis veya ilmihal kitabı) değildir. İslam tarihinde namazların kesintiye uğradığı hiçbir dönem olmamıştır. İlmihal ve hadis kitaplarının yazılmadığı ilk yüzyıllarda da Müslümanlar, uygulamaya katılarak, yani “rüku edenlerle beraber rüku ederek” namazlarını kılmışlar ve hiçbir eksiklik hissetmemişlerdir.
Ayrıca bu görüşü benimseyenler, 4-Nisa Suresi 101. ayetteki, düşmanlardan bir tehlike gelmesi ihtimalinde namazın kısaltılabileceğini söyleyen ifadeyi, namazın belli bir uzunluğunun (rekat sayısının) bilindiği, bu bilinen uzunluktan daha kısa olarak tehlike zamanlarında namaz kılınabileceğinin ifade edildiği şeklinde yorumlamışlardır. Bu görüşü savunan ve özellikle 2-Bakara Suresi 43. ayete dikkat çeken Zeki Bayraktar şöyle demektedir: “Bizim bu önerimizi tatbik eden bir insanın namazı ile namazlarımız arasında rekat sayıları bakımından herhangi bir farklılık olabilir mi? Mesela bu insanın akşam namazını 3 rekat değil de 2 rekat veya 4 rekat kılma ihtimali var mıdır? Veya öğle namazını 4 rekat değil de 2 rekat kılabilir mi? Elbette ki kılamaz. Tabi olduğu cemaat kaç rekat kılarsa (ne kadar rüku ederse) o insan da o kadar rüku edecektir. Peki bu insan, hangi bilgiye dayanarak rekat sayılarını öğrenmiş ve namazlarını daha ilk andan itibaren aynı bizim gibi kılmıştır? İlmihallere bakarak mı? Hadislerle mi? Yoksa sadece Kuran’ın emri (formulü) ile mi?.. Bu görsel malzeme asırlardan beri günün beş vaktinde topluca namaz kılan Müminlerin görüntü ve hareketleridir. Kuran, namazların kılınma biçimi için tabiri caizse Müminlerin bu uygulamasına link veriyor ve namazın kılınma biçimini/rekatlarını bu uygulamadan öğrenin diyor.” (Zeki Bayraktar, Kuran ve Sünnet: Ama Hangi Sünnet)
Bu görüşe destek mahiyetinde sunulmuş olan ilginç bir tarihsel doküman da vardır. Öncelikle Kuran’da, Peygamberimiz’den önceki peygamberler vasıtasıyla iletilen dini hükümlere tabi olan ümmetlerin de namaz kıldığının belirtildiğini bir daha hatırlatalım. (Örnek olarak bakınız: 10-Yunus Suresi 87, 11-Hud Suresi 87, 19-Meryem Suresi 31, 31-Lokman Suresi 17, 98-Beyyine Suresi 5.) Bahsedilen dökümana göre Yahudilerin bir kolu olan Rabbinik Yahudiler; sabah namazı 2, öğle namazı 4, ikindi namazı 4, akşam namazı 3 ve yatsı namazı 1 rekat olacak şekilde namaz kılıyorlardı. Her rekatta bir kez kıyam, bir kez rüku ve iki kere secde ediyorlardı. (Ben Abrahamson, Tracing the Derivation of Prayer Positions from Torah, to Temple Times, to Modern Practice; Vedat Yılmaz, Herkesin Bildiği Namaz, Kitap ve Hikmet Dergisi, Yıl: 2, Sayı: 4) Ayrıca Hıristiyan mezheplerin kimisinde de (günümüzde daha çok sadece bazı ruhbanlarca uygulanmaktadır) vakit namazlarını çeşitli rekatlara bağlı kılma geleneği mevcuttur. Elbette ki Rabbinik Yahudilik ile ilgili bahsedilen tarihsel dökümanın aktardığı bilginin doğru olduğunu teyit edebilecek durumda değiliz, eğer bu doküman doğruysa yatsı namazındaki farklılığın yanlış bir aktarımın sonucu olduğu düşünülebilir ama bunu da ispat etmek mümkün gözükmemektedir. Bu tarihsel belgeyi yan bir delil olarak değerlendirenler, Peygamberimiz’e ilk vahiyler geldiği dönemde uygulanan, bugünkü şekliyle rekatlara bağlı uygulamanın, “o namaz” (es-salat) denildiğinde anlaşıldığını ve “o namazı kılın” emriyle Müslümanlar tarafından bu şekliyle namazın uygulanmaya başlandığını, sonra ise Peygamberimiz ile beraber günlük bu uygulamaya katılanların da (rüku edenlerle rüku ederek) bu ibadeti gördüklerini ve kesintisiz olarak günümüze taşıdıklarını düşünmektedirler.
İkinci yaklaşımı savunanlara göre Kuran’da belirtilen kıyam, rüku ve secde hareketlerinin her namazda gerçekleştirilmesi farzdır ama bu hareketlerin kaçar kez yapılacağı namazlara düzen vermek için ortaya çıkmış bir uygulamadır. Yani rekat sayılarını belli şekilde gerçekleştirmek farz değildir ama mevcut rekatların sayısı özellikle toplu namazlara düzen veren ümmetin bir sünnetidir. (“Ümmetin sünneti” kavramı için 16. bölüme bakabilirsiniz.) “Ümmetin sünneti” Kuran’ın koyduğu evrensel hükümlere ve ilkelere karşılık gelmese de bunlara hizmet eden ümmetin uygulamalarını ifade eder. Buna göre namazların belli rekat sayılarının olması Kuran’ın evrensel bir ilke olarak koyduğu bir hüküm değildir. Fakat namazların belirli rekat sayıları olması Müslümanların toplu kıldıkları namazlara düzen veren bir uygulamadır. Bu yönüyle belirli sayıdaki rekatlarla namazların kılınması, farz değilse de Kurani açıdan evrensel bir ilke olan Müslümanların birliğine ve toplu şekilde gerçekleştirdikleri namazlarda düzen olmasına hizmet eden bir uygulamadır. Bu yaklaşıma göre namazların belirli rekatları olmasının evrensel bir Kurani ilke olduğunu, yani farz olduğunu söylemek yanlış olsa da, bu uygulama Kurani evrensel bir ilkeye hizmet etttiği için muhafaza edilmelidir. Kuran’da rekat sayılarından bahsedilmemesi bu görüşe delil olarak ileri sürülür.
Ayrıca bu görüşü savunanlar, 4-Nisa Suresi 101. ayetteki, düşmanlardan bir tehlike gelmesi ihtimalinde namazın kısaltılabileceğini söyleyen ifadeyi, namazların rekat olarak kısaltılması olarak değil, bu tip durumlarda genelde kılınandan daha kısa bir şekilde namazların kılınabileceği, yani zamansal bir kısaltma olarak anlamaktadırlar. 4-Nisa Suresi 102. ayetteki “Üzerinize bir günah/sakınca yoktur” diye tercüme edilen “La cunahun” ifadesi; Kuran’da, kimi yerlerde Müslümanların endişelerini yok etmek için kullanılır. Örneğin 2-Bakara Suresi 158. ayette hac veya umreye gidenlerin Safa ve Merve’yi ziyaret edebileceğinin belirtilmesi için “La cunahun” ifadesi kullanılır. Bu ayet olmasa bile Müslümanların bu bölgeyi ziyaret etmesine bir engel yoktu. Fakat belli ki Müslümanların zihinlerindeki endişelerin yok edilmesi için “La cunahun” ifadesi kullanılmıştır. Bu görüşe göre aynı şekilde Müslümanların namazı kısa kılmasında bir sakınca olmadığı (La cunahun) ifadesi, namazın belli bir uzunlukta olmasından dolayı değildir. Uzunluğu belirten böyle bir ayet yoktur. Fakat savaştaki tehlike durumunda namazı çabucak kılan Müslümanların “Namazı baştan mı savdık” gibi endişeye kapılmalarından dolayı, savaş halinde namazı kısa kılmalarında bir sakınca olmadığı söylenmiştir.
Bu ikinci yaklaşım doğru kabul edilse bile, namaza düzen getiren bu tip uygulamaların, özellikle toplu kılınan namazlarda devam ettirilmesinin iyi olacağı, rekatlarla ilgili düzenlemelerin gereksiz yere tartışma konusu yapılmaması gerektiği kanaatindeyiz. Bu iki görüşten hangisi kabul edilirse edilsin, namazların kılınış şeklinin Kuran dışındaki hadis veya ilmihal kaynaklarına başvurulmadan anlaşılabileceği ve namazlardan hareketle Kuran’ın önüne yüzlerce cilt kitap yığmanın yanlış olduğu görülmektedir.
NAMAZ VAKİTLERİ
Kuran’da, namazın, vakitleri belirlenmiş bir farz olduğu geçer (4-Nisa Suresi 103). Daha önce gördüğümüz unsurları kapsayan namazın, belirli vakitlerde kılınması önemlidir. 4-Nisa Suresi 103. ayete göre bir namaz vaktinin içinde o vaktin namazı kılınmalıdır. (4-Nisa Suresi 103. ayette belirtildiği gibi “vakitli farz” olarak namazları yerine getirmek, farklı zamanlarda kılınması gereken namazları tek bir zamanda toplamayla değil, her bir vakitte bu farzı yerine getirmeyle olur. Kuran’da iki ayrı vakit namazını tek bir vakitte birleştirmeye, yani namazları cem etme olarak anılan uygulamaya hiçbir yerde ruhsat verilmemiştir.) Kuran’da “kaza namazı” diye bir kavram da yoktur. Allah, oruç konusuyla ilgili olarak, tutamadığımız günler sayısınca başka günlerde oruç tutmamızı söylemiştir. Allah istese namaz için de aynısını yapardı. Bu yüzden kimse namaza başlayacak kişileri “Geçmişteki şu kadar… namazı kaza etmen gerek” diye yanlış yönlendirmemelidir. Bir kişi, canı istemediği için veya üşengeçlik gibi bir sebeple, bir namaz vaktinde o namaz vaktinin namazını kılmadan o vakti geçiremez. Geçirirse bu, dinimize göre günahtır ve buna tövbe edilmesi gerekir. 4-Nisa Suresi 101, 102 ve 103. ayetlerden, düşmanın bir zarar vermesi gibi endişelerin olduğu bir durumda bile namazın kılındığını fakat bu kılmanın, bir grubun diğeri kılarken nöbet tutması ve namazın kısaltılması suretiyle gerçekleştirildiğini görüyoruz. Eğer vakit namazlarını ertelemek mümkün olsaydı -yani namazları belirli vakitlerde kılmak farz olmasaydı- hiç şüphesiz bu, öncelikle böylesi durumlarda mümkün olurdu. Bu yüzden düşmandan korku durumunda namazı tarif eden ayetler namazların vakitlerinde kılınmasının önemini de göstermektedir. Namazların vakitli farz olması apaçık bir Kurani ifadedir.
Namazlar vakitli farz olduğuna göre bu vakitlerin hangi vakitler olduğu, hadis veya ilmihal kitaplarına başvurulmadan bu farz namazların anlaşılıp anlaşılamayacağı tartışma konusu olmuştur. Hadislerle İslam’ın temel emir ve yasaklarını anlamaya kalkınca ortaya çıkacak yüzlerce soruna dikkat çekilince, bazıları, bir tek namaz konusunu gündeme getirerek hadis literatüründeki Kuran’a ve akla aykırı binlerce sorunu ortadan kaldırmış olacaklarını ve Kuran merkezli bir İslam anlayışını benimsemenin zaruretini ortadan kaldıracaklarını zannetmektedirler. Mezhepçi-hadisçi anlayışları benimseyenler, Kuran ile belli meselelere nasıl cevap verilmesi gerektiğini gündeme getirip Kuran’ın yetersiz olduğunu göstermeye çalışırken, hadislerle ilgili sorunların muhasebesini kendilerinin yapmalarının gerektiğini hiç düşünememektedirler. Önceden gördüğümüz gibi namazların nasıl kılınacağı ile ilgili endişeler ileri sürülmüş olmasına karşı hiçbir hadis veya ilmihal kitabına müracaat edilmeden namazın nasıl kılınacağı anlaşılmaktadır. Aynı şekilde namazların vakitlerini anlamak için de hiçbir hadis veya ilmihal kitabına gerek olmadığını göstereceğiz. Bunu söylerken, Kuran merkezli anlayışlar ileri sürenlerin, namaz vakitleriyle ilgili farklı görüşler ileri sürdüklerini inkâr etmiyoruz. Bu konuda farklı yaklaşımlar ve görüşler ileri sürülmüş olması hadis veya ilmihal kitaplarına atıf yapılmadan namaz vakitlerinin anlaşılabildiği gerçeğini değiştirmez.
Ayrıca hadis ve ilmihal kitaplarından namazın anlaşılacağını söyleyenler, hadis ve ilmihal kitaplarındaki namazla ilgili çelişkilerden haberdar değil gibidirler. Örneğin bir hadiste deve eti abdesti bozmakta diğerinde bozmamaktadır; bir hadiste namazda elleri bağlamak şarttır diğerinde salmak şarttır. Bir mezhepte farz olduğu söylenen namazda Fatiha Suresi’ni okumak diğer bir mezhepte farz değildir. Üstelik öyle hadisler vardır ki, bunları kabul edince namazın beş vakit farz olduğunu söylemek de mümkün olmaz. Örneğin kütübü sitte kitaplarından biri olan Ebu Davud’da geçen bir hadise göre Fudale, Peygamberimiz’e meşguliyetleri olduğunu söyleyerek, beş vakit namazın yerine geçecek bir şey istemiş, Peygamberimiz ise ona sabah ve ikindi namazlarını kılmasını söylemiştir (Ebu Davud, Salat). Fakat Allah’ın farz kıldığını Peygamberimiz’in iptal etmesi nasıl mümkün olur? Bu hadisi okuyan bir kişi, Peygamberimiz’in nafile olan namazları iptal edebileceğini, bu yüzden beş vakit namazın nafile olduğunu, iki vakit kılınsa da yeterli olduğunu düşünebilir. Eğer Kuran’ın yerine hadisler hüküm kaynağı olsaydı, böylesi bir yorum Peygamberimiz’in şahsa mahsus namaz indirimi yapmasından daha makul olurdu. Diğer bir hadise göre sahabelerden Safvan bin Muattal, sabah namazını vaktinde kılmıyor, ne zaman uyanırsa o zaman kılıyordu. Peygamberimiz bu durumu öğrenince “Uyandığın zaman kıl” demiştir. (Hanbel, Ebu Davud, Hakim, Beyhaki) Oysa böylesi bir izin, hem namazın vakitli farz olduğunu ifade eden 4-Nisa Suresi 103. ayete, hem de “fecr namazı” (sabah namazı) ismiyle anılarak kılınması farz olduğu bildirilmiş bir namaz vakti olduğu için bunu emreden Kuran ayetlerine aykırıdır. Kısacası hadislerde hem ümmetin yaygın namaz uygulamalarına hem de Kuran’a aykırı birçok ifade bulunmaktadır.
Mezhepler arasında binlerce ihtilafa rağmen hadisçi-mezhepçi anlayışlara dört elle sarılanlar, Kuran merkezli yaklaşımlar gösterenlerin çok daha düşük seviyede olan ihtilaflarını mazeret yapıp Kuran’ın mesajından kaçmaya çalışmaktadırlar. Oysa hadislerde, buraya kadar birçok örneğini gördüğümüz gibi, doğru ile yalan ayırt edilemeyecek şekilde karışmıştır, ayrıca hadis kitapları Kuran ve akla aykırı yüzlerce hadisle doludur. Kısacası hadis merkezli herhangi bir yaklaşımla sonuç alınması mümkün değildir. Kuran merkezli yaklaşımlarda bazı ihtilafların çıkması, Kuran merkezli yaklaşımlar gösterenlerden bazılarının isabetsiz yorumları olarak görülmelidir. Çare, Kuran merkezli yaklaşımlarda ortaya çıkan farklı yorumlar arasından tercihte bulunmaktır, yoksa Kuran merkezli yaklaşımlardan vazgeçmek değildir. Kuran dışında İslam’ın başka hiçbir hüküm kaynağı olmadığı ve geri kalan kaynakların dini evrensel hükümler belirlemede güvenilir olmadığı buraya kadar anlatılanlardan belli olduğuna göre, Kuran merkezli anlayışlar arasında ortaya çıkabilecek kimi anlayış farklılıkları hadis merkezli İslam anlayışlarının benimsenmesinin bir mazareti olamaz. Kuran merkezli İslam anlayışı mümkün olan tek anlayıştır, çünkü güvenilir tek kaynak Kuran’dır, Kuran’ı hareket noktası yaparak yanlış yorumlara ulaşanların olması mümkün olsa da bu yanlış yorumlara ulaşanların hareket kaynağı yine de doğrudur, yorumları yanlıştır. Hadislerden hareket edenlerin yorumları arasında çok büyük farklar olmakla beraber, buradaki asıl ve düzeltimesi mümkün olmayan sorun hareket edilen kaynağın güvenilir olmamasıdır. Kısacası Kuran merkezli anlayışların hüküm kaynağını doğru belirlemesi önemli bir adım olmakla beraber, bu doğru adım bu adımı artan herkesin her Kuran yorumunun doğru olduğunu garanti etmez. Aşağıda Kuran merkezli anlayışa sahip olanların, hadis ve ilmihal kitaplarına hiç başvurmadan, iki farklı yaklaşımla nasıl namaz vakitlerini anladıklarını aktaracağız. Bu yaklaşımların ikincisini kabul edenler içindeki farklılıklara da ayrıca değineceğiz. Bu anlayışların değerlendirmesini ise sizlere bırakıyoruz.
Birinci yaklaşıma göre “o namazı” (es-salat) kılın emrini alan Müslümanlar, “o namazı” denildiğinde neyin kastedildiğini anlıyorlardı; bu anlayışa namazların vakitleri de dahildir. Hz. İbrahim’den beri namaz Mekke bölgesinde yerine getirilen bir ibadet olduğu gibi Kuran’dan gördüğümüz gibi Yahudi ve Hıristiyanlara da namaz kılmaları emredilmişti. Mekke ve Medine’deki ilk Müslümanlar bunlarla etkileşim içinde oldukları için namazın ne olduğunu biliyorlardı. Bu yaklaşımı benimseyenler, namazların rekat sayısının “o namazı” ifadesinden anlaşılana dahil olduğu gibi namazların vakitlerinin de “o namazı” ifadesinden anlaşılana dahil olduğunu ifade etmektedirler. Bunun için ilave bir tarihsel delil olarak daha önce dikkat çektiğimiz ve namazı beş vakit sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı olarak kılan Rabbinik Yahudilerin uygulaması gösterilmiştir. (Ben Abrahamson, Tracing the Derivation of Prayer Positions from Torah, to Temple Times, to Modern Practice; Vedat Yılmaz, Herkesin Bildiği Namaz, Kitap ve Hikmet Dergisi, Yıl: 2, Sayı: 4) Ayrıca “rüku edenlerle beraber rüku edin” ayeti (2-Bakara Suresi 43) de bu görüş lehine bir delil olarak ileri sürülmüştür. Buna göre Müslümanlar namaz kılanlarla beraber namaz kılarak namaz vakitlerini öğreneceklerdir. Namaz vakitlerini öğrenmenin adresi hadis veya ilmihal kitapları değil topluca her gün kılınan namazlardır. Zaten hadis ve ilmihal kitaplarının ortaya çıkmadığı ilk yüzyıllarda insanlar bu formüle göre namazların şeklini ve vakitlerin sayısını öğreniyorlardı. İslam’ın namaz gibi, toplu uygulamayla, her gün yerine getirilen başka bir uygulaması yoktur, bu uygulamaya katılanlar rekatları olduğu gibi namaz vakitlerini de öğrenirler. Kısacası namazların mevcut yaygın uygulamadaki rekatlarının farz olduğuna dair ileri sürülen deliller ile mevcut yaygın uygulamadaki beş vaktin farz olduğuna dair ileri sürülen deliller aynı mantıksal temele dayanmaktadır. Rekatlarla ilgili o görüşü bir kez daha incelemeniz namazın beş vakit olarak farz olduğunu ifade eden görüşü daha iyi anlamanızı sağlayacaktır.
İkinci yaklaşıma göre Kuran’daki ayetlerde namazların kaç vakit olduğu açıklanmıştır. Yalnız bu yaklaşımı benimseyenler arasında Kuran’dan kaç vakit anlaşıldığı hususunda farklı görüşler ifade edilmiştir. Kuran’daki ayetlerde namazların beş vakit olarak tarif edildiğini ifade edenler olduğu gibi Kuran’daki ayetlerden namazların üç veya iki vakit olarak anlaşıldığını ifade edenler de olmuştur. Bu yaklaşımların elbette üçü birden doğru olamaz. Fakat her halükarda namazların vakitleri hadis ve ilmihal kitaplarına başvurulmadan anlaşılmaktadır, yapılması gereken ileri sürülen iddiaları samimi bir şekilde değerlendirmek olmalıdır, burada çıkmış olan bir ihtilaf namaz vakitleri için Kuran dışındaki kaynaklara ihtiyaç olduğunun delili olarak ileri sürülemez. Bahsedilen konu hakkındaki ihtilaf çıkan ayetlerin manasının ne olduğu konusunda hadisçi-mezhepçi bir anlayışı benimseyenlerin tefsirlerinde de benzer şeklide farklı görüşler ifade edilmiştir. Burada bütün detaylarıyla bu konuyu incelemeyeceğiz ancak sizleri bilgilendirmek adına ihtilafların düğümlendiği hususlara dikkat çekip, konunun değerlendirilmesi için sizi de araştırmaya davet edeceğiz. Tartışmaların en çok düğümlendiği ayetler şunlar olmuştur:
Namazları koruyun. Ve vusta (orta) namazı da.
2-Bakara Suresi 238
Gündüzün iki tarafında ve gecenin yakınlarında namaz kıl. Güzellikler çirkinlikleri giderir.
11-Hud Suresi 114
Güneşin sarkmasından gecenin kararmasına kadar namaz kıl. Fecir (sabah) vakti Kuran’ı/toplanması, fecir (sabah) vakti Kuran’ına/toplanmasına tanık olunur.
17-İsra Suresi 78
Ey iman edenler! Yönetiminiz altındakilerle, ergenlik yaşına gelmemiş olanlarınız sizden üç vakitte izin istesinler. Fecir (sabah) namazından önce, öğle vakti elbisenizi çıkardığınızda, işa (akşam/yatsı) namazından sonra. Çıplak olabileceğiniz üç vakittir bunlar.
24-Nur Suresi 58
Kuran’dan beş vakit namazın farz olduğunun anlaşıldığını ifade edenler, 11-Hud Suresi 114. ayeti şu şekilde yorumlamışlardır: “Gündüzün iki tarafından” kasıt, gündüzün içindeki iki bölümde kılınan namazlardır, ayetteki “ve” ifadesiyle ise bunlara gece vaktindeki en az üç namazın eklenmesi gerektiği anlaşılmaktadır. Çünkü “zulefen” ifadesi en az üç olan çoğulluğu ifade eder (Arapçada tekil hal için olduğu gibi ikilik için de özel ifadeler geçtiğini hatırlayın). Bu görüştekiler genelde 17-İsra Suresi 78’deki “güneşin sarkmasından” (li-duliki eş-şemsi) ifadesini, güneşin öğleyin tepe noktasından batı yönüne doğru hareket etmesi olarak yani günümüzdeki yaygın uygulamadaki öğlen namazının başlangıcı olarak anlamışlardır. Bu yaklaşıma göre “güneşin sarkmasından” ifadesi gündüzün iki tarafındaki ilk namazın başlangıcı olarak alınmakta ve akşam namazına kadar olan vakitte “gündüzün iki tarafındaki namazın” kılınması gerekmektedir. Arapçadaki “gece” (leyl) ifadesi ise güneşin olmadığı dönemi ifade eder. Bu dönemde kılınan güneşin doğuşundan önceki sabah, güneşin batışından sonraki akşam ve gecenin diğer bölümlerindeki yatsı namazları ise diğer üç vakittir. 2-Bakara Suresi 238. Ayetteki “vusta” (orta) namazını ikindi namazı olarak, 24-Nur Suresi 58’deki “işa” namazını yatsı namazı olarak almaktadırlar. Bu görüşü savunanlar, “rüku edenlerle beraber rüku edin” ayetinin ifadesi uygulanınca da bu beş vaktin kılınacağını ifade ederek argümanlarını desteklemektedirler.
Kuran’dan üç vakit namazın farz olduğunun anlaşıldığını ifade edenler, 11-Hud Suresi 114. ayeti şu şekilde yorumlamışlardır. “Gündüzün iki tarafından” kasıt, gündüzün dıştan bitişik iki ucudur, yani bu ifadeyle sabah ve akşam namazları anlaşılmaktadır. Buradaki “ve” ifadesini ise önceki ifadenin açıklanması olarak anlamak gerekir. (Kuran’da birçok yerde “ve” ifadesi, önceki ifadeye bir şey eklemeden önceki ifadeyi açıklamak için kullanılmıştır. “Ve” bağlacının bu şekilde de kullanıldığı Arapça dilinin bilinen bir özelliğidir.) O zaman “gecenin yakınlarında” ifadesi ise bu iki vakte gecenin, yani güneşin olmadığı bölümün yakın olan zaman dilimlerini vurgular; bunlar ise yine sabah ve akşam namazlarıdır. Bunlara ise 2-Bakara Suresi 238. ayet ile “orta namazı” eklenmiş ve namazların sayısı üç olmuştur. 17-İsra Suresi 78. ayette geçen “güneşin sarkmasından” ifadesi orta namazının başlangıcını ifade eder, bu namaz akşam namazının girişiyle sona erer. Akşam namazının bitişini ise 17-İsra Suresi 78. ayetteki “gecenin kararmasına kadar” (ila gasakı el-leyli) ifadesi belirtmektedir. 17-İsra Suresi 78. ayetteki “fecir vakti Kuran’ı/toplanması” ifadesi ise ışıkların ufukta toplandığı anda namazın başladığını ifade eder ki bu süreç güneşin doğumuyla biter; bu da sabah namazının vaktidir. (Burada “Kuran” ifadesine, bu kelimenin anlamlarından biri olan “toplanma” anlamının verildiğine dikkat edin.) Buna göre üç namaz vakti 11-Hud Suresi 114. ayette iki namaz vaktinin ve 2-Bakara suresi 238. ayette bir namaz vaktinin birleşmesinden anlaşılmaktadır; 17-İsra Suresi 78. ayetten ise üç namazın olduğu zaman dilimleri anlaşılmaktadır. Bu görüşü savunanlar Kuran’da üç tane namaz isminin geçmesini de ek delil olarak göstermektedirler: Bunlar 24-Nur Suresi 58. ayette geçen “sabah namazı” (salati el-fecr) ve “akşam namazı” (salati el-işa) ifadeleridir. (“İşa” ifadesinin gerçek manası Arapçada güneşin batımından sonraki ilk dönemler yani “akşam namazının” içinde olduğu dönem olmakla beraber, günümüzde “işa namazı” (salati el-işa) denilince “yatsı namazı” anlamında kullanılmaktadır. Yani “işa” ifadesine burada ne mana verilmesi gerektiği tartışmalı hususlardan birisi olmuştur.) Bu görüşü savunanlar, Şiilerin üç vakitte beş vakit namazı cem etmesini, ayrıca Ehli Sünnet mezheplerin bir kısmında yağmurun yağması gibi sebeplerle bile namazın cem edebileceğini ifade etmelerini üç vakit uygulamasının kalan izleri olan yorumlamaktadırlar. Çünkü Kuran’da namazların vakitli olarak farz kılındığı söylenmekle beraber bir vaktin namazının başka bir namaz vaktinin içinde kılınabileceğine (namazları cem etme gibi bir uygulamaya) hiçbir yerde ruhsat verilmemiştir.
Kuran’dan iki vakit namazın farz olduğunun anlaşıldığını ifade edenler, namazların üç vakit olduğunu düşünenlerle aynı yaklaşımla 11-Hud suresi 114. ayetten sabah ve akşam namazlarının farz olduğunun anlaşıldığını ifade ederler. Farklı olarak 17-İsra Suresi 78. ayetteki “güneşin sarkmasından” (li-duliki eş-şemsi) ifadesinden güneşin ufuktan aşağıya doğru hareket etmesini, yani akşam namazının başlangıcında batmasını anlarlar, akşam namazının çıkışı ise bu ayetteki “gecenin kararması” ifadesinden bellidir. Aynı ayetteki “fecir vakti Kuran’ı/toplanması” ise sabah namazında ufukta ışıkların toplanmasıyla başlayan vakittir. Buna göre 17-İsra Suresi 78. ayet, 11-Hud Suresi 114. ayette belirtilen iki vakit olan sabah ve akşam namazlarının zaman dilimlerini vermektedir. Bu görüşü savunanların diğer iki görüşten farklılaştığı bir husus, 2-Bakara Suresi 238. ayetteki “Ve vusta (orta/en iyi) namazı” ifadesinde geçen “vusta” ifadesinin, bir namaz vaktini tanımlamadığını, namaz kılmayı “en iyi” yol olarak tanımladığını ifade etmeleridir. (“Vusta” kelimesinin bir namazı ifade ettiğini söyleyenler arasında bu namazın tam olarak hangi vakti ifade ettiği konusunda farklı görüşler ifade edilmiştir.) Buna karşı yapılan bir itiraz, 2-Bakara Suresi 238. ayette “namazları koruyun” ifadesinde geçen “namazları” (salavat) ifadesinin en az üç namazı belirttiği, bu yüzden namazların iki vakit olamayacağı şeklindedir (Arapçada ikilik için özel ifadeler olduğunu hatırlayın). Bu görüşü savunanlar, bu itiraza karşı buradaki “namazları” ifadesinin genelde namazların kılınmasını ifade ettiğini, özellikle tek bir gün içerisindeki namaz vakitlerini ifade etmediğini söyleyerek cevap vermişlerdir.
Bu yaklaşımların bir kısmı elbette ki yanlıştır fakat bu kitabın konusu açısından burada öncelikle önemli olan hadis ve ilmihal kitaplarına başvurulmadan namazların nasıl kılınabileceğinin anlaşıldığının görülmüş olmasıdır. Bu izahlar üzerine ciddi bir tefekkür ile bunlardan hangisinin doğru yaklaşım olduğunun anlaşılacağı kanaatindeyiz. Bu konudaki farklı görüşleri değerlendirebilmeniz için bunları kısaca özetledik. Bizim kanaatimize göre camilerde toplu bir şekilde uygulanan namaz için beş vakit ezan okunmalı, beş vakit namaz camilerde şu andaki mevcut uygulamadaki rekatlarla kılınmalıdır. Tartışmalarda ortaya atılan hususların hiçbiri şu anda kılınan şekliyle namazda bir sorun olduğu anlamını taşımaz. Ortaya atılan kimi görüşlere göre farz olan bir husus, diğer yaklaşımlarda ise bu ümmetin bir sünneti olarak değerlendirilmektedir, yani farz olmasa da Kuran’ın koyduğu hedeflere ulaşılması ve düzen oluşması için bu ümmetin geliştirdiği bir uygulamadır. Mevcut uygulamadaki neyin farz neyin ümmetin sünneti olduğunun değerlendirmesini sizlere bırakıyoruz. Ayrıca mevcut şekilde beş vakit kılınan namazlarla Kuran’da belli vakitlerde Allah’ın anılmasını söyleyen şu ayetlerin ifadesinin namaz formunda yerine getirilmiş olduğuna da dikkat edilmelidir:
Öyleyse akşama erdiğinizde de, sabaha erdiğinizde de tespih (yüceltme, yönelme) Allah’adır.
Övgü O’nundur. Göklerde ve yerde, günün sonunda da, öğleye erdiğinizde de.
30-Rum Suresi 17,18
Onların söylediklerine sabret. Güneş’in doğuşundan ve batışından önce Rabbini överek tesbih et.
50-Kaf Suresi 39
Gecenin bir bölümünde O’na secde et ve geceleyin uzunca O’nu tespih et.
76-İnsan Suresi 26
Namazların beş vakit kılınmasıyla bu ayetlerde atıf yapılan vakitlerde Allah’ın tespih edilmesi (yüceltilme, yönelme) ve övülmesi (hamd) de gerçekleşmiş olmaktadır. Elbette her konuda olduğu gibi, namazlarla ilgili hususlarda, neyin farz olduğunu bu ümmet rahatça tartışabilmelidir. Fakat mezhepçi-hadisçi görüşlerdeki binlerce Kuran’a ve akla ters uygulama ve ifadenin, namazın nasıl kılınacağı hususuna atıfla üstünün örtülmesinin mümkün olmadığı anlaşılmalıdır. Bu artık bayatlamış bir yöntemdir. Burada aktarılanlar, namazların hiçbir hadis veya ilmihal kitabına atıf yapılmadan nasıl anlaşılabileceğini, farklı fikirleri sunarak göstermiştir. Bu ümmetin namazla ilgili bir sorunu yoktur ama hangi hususlarda sorun olduğunu bir Kuran’ı bir de hadis ve mezhep kitaplarını samimi bir şekilde okuyan herkesin anlayabileceği kanaatindeyiz.
CUMA (TOPLANTI) NAMAZI
Kuran’da Cuma (toplantı) namazı, Cuma Suresi’ndeki şu ayetlerden anlaşılmaktadır:
9-Ey iman edenler! Cuma günü (toplantı günü) namaz için çağrı yapıldığında Allah’ı hatırlamaya (zikretmeye) koşun. Alışverişi bırakın. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.
10- Namazı kılınca yeryüzüne dağılın. Allah’ın lütfundan nasibinizi arayın. Allah’ı çokça hatırlayın, umulur ki kurtuluşa erişirsiniz.
11- Oysa onlar bir ticaret veya eğlence gördüklerinde ona yönelirler de seni ayakta bırakırlar. De ki; Allah katında bulunan eğlenceden de, ticaretten de daha hayırlıdır. Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır.
62-Cuma Suresi 9-11
Buna göre:
1- Cuma günü (Cuma; hem haftanın bir gününün özel ismidir, hem de toplanmayı ifade eder) çağrı yapılınca iş güç bırakılıp namaza gidilir.
2- Cuma Suresi’nin 10. ayetinden namaz kılınca herkesin işine döndüğünü anlıyoruz. Buna göre Cuma’nın tatil günü olması şeklinde bir şeyin Kuran’da olmadığı anlaşılır. Ama elbette isteyen bugünü tatil olarak da ilan edebilir.
3- Kuran’dan diğer namazların da topluca kılınabileceğini görüyoruz. Fakat topluca kılınması mecbur tutulan tek namaz Cuma namazıdır.
4- Cuma namazını kılacaklar için kadın erkek ayrımı yoktur. Aslında birçok hadiste bile erkeklerle kadınların Peygamberimiz ve dört halife döneminde beraber Cuma namazı kıldığı söylenirken, sonraki dönemlerin keyfi uydurmalarıyla Cuma namazının sırf erkeklere farz olduğu uydurulmuştur.
5- Surenin 9. ayetinden de anlaşıldığı üzere namaza çağrı yapıldığında Allah’ın hatırlanması için toplanılır. Bu süre içinde Kuran’ın anlattığı din anlayışına uygun izahlar yapılmalıdır. Allah’ın hatırlanması dışındaki izahlardan, hurafelerden, hutbeleri siyasete alet etmekten uzak durulmalıdır.
SAVAŞTA NAMAZ
Nisa Suresi 101, 102, 103. ayetlerde savaş durumundaki namazın açıklandığını görüyoruz. Bu ayetlere göre kafirlerin Müslümanlara zarar verme tehlikesi varsa, namazın kısa bir şekilde kılınmasında bir sakınca olmadığını anlarız. Bu tarz bir tehlikede bir grup namazı kılar, diğeri bekler. Sonra diğer grup gelip namazı kılar ve bu sırada da ilk grup bekler. Namazı kılanlar silahlarını bırakmaz ve kafirlere koz verilmez (yağmur, hastalık, yaralanma gibi durumlarda silah bırakılabilir). Namaz bitince Allah anılır. Normal zamanda, bu tarz şeylere (nöbetleşe kılma, silahları bırakmama) gerek kalmadan, namaz düzgün bir şekilde kılınmaya devam edilir. Kuran’ın “savaşta namaz” hakkında açıklama getirmesi, hayatta karşımıza çıkması ender olan durumlarda bile, Kuran’da, gerektiğinde açıklamalar getirildiğinin önemli bir delilidir.
KORKU HALİNDE NAMAZ
Kuran’da namazla ilgili gerekli detayların olduğunun diğer bir delili “korku durumları”nda namaz ibadetini nasıl yerine getirmemiz gerektiğinin bile açıklanmış olmasıdır. Müslüman nüfusun çok az bir bölümünün, hayatlarında çok sınırlı sayıda karşılarına çıkabilecek böylesi durumlarda ne yapmaları gerektiğiyle ilgili detay bile Kuran’da mevcuttur. Eğer bir korku, endişe olursa ne yapılacağı Kuran’da şöyle geçer:
Eğer korkuyorsanız yaya olarak veya binek üzerinde kılın. Güvene kavuştuğunuzda Allah’ı, bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği gibi hatırlayın (zikredin).
2-Bakara Suresi 239
Görüldüğü gibi Kuran’da, zor durumlarda bile namazın vaktinde kılınması buyurulmuştur. Eğer namazı vaktinde kılmak şart olmasa korku durumu geçince namazın kılınması mümkün olurdu ve korku durumuyla ilgili bu açıklamaya gerek kalmazdı. Su bulunamazsa yeryüzünün tamamını kaplayan toprakla teyemmüm edilir; korkulacak bir durum varsa bir bineğin üzerinde veya yaya olarak kişi Allah’ı zikreder. Bu durumda namazın hareketleri tam yapılamasa da, bu hareketlere yaklaşık hareketlerle namaz kılınır. Fakat namaz terk edilmez. Kuran, namazı asla terk edilemeyecek bir ibadet olarak sunar ve mazeret durumları için kolaylıklar sağlayarak, bu durumlarda bile namazın devamını, böylece de namazın temeli olan Allah’ın hatırlanmasının (zikrinin) devamını sağlar.
CENAZE NAMAZI
Kuran’da “Cenaze namazı kılın” şeklinde bir ifade yoktur. Fakat 9-Tevbe Suresi 84. ayette Peygamberimiz’e ihanet edenlerin ardından cenaze namazı kılınmaması, mezarlarının başında durulup onlara destek verilmemesi belirtilir. Demek ki Peygamberimiz’e -dinimize- ihanet etmemiş Müslümanların cenaze namazlarının kılınabileceği, onların mezarlarına gidilip, bir anma töreni düzenlenebileceği anlaşılır. Ölenin arkasından Allah’ı anacak ibadetler yaparak; namaz kılarak, Kuran okuyarak ve dua ederek ölüyü toprağa vermek İslam’ın ruhuna uygundur. İslam’da yerleşmiş bu uygulamaları devam ettirmek elbette güzeldir. Fakat Kuran’da yer almayan kabir sorgusu, kabir azabı ve kabir mükafatı gibi uydurma kavramlara göre şekillenen; imamın ölüye mezarında kabir sorgusunda yardımcı olması için bir şeyler ezberletmesi (telkin vermesi) gibi Kuran’a aykırı uygulamaların da cenaze törenleriyle ilgili uygulamalardan çıkarılması gerekmektedir. (Öldükten sonra verilen “telkin”e Ehli Sünnet içinden de bazı muhalefetler olmuştur fakat bu uygulamanın yaygın olduğunu hatırlamalıyız.)
Sonuçta namazla ilgili uygulamaların içinde Kuran’ın ifadelerine ve ruhuna aykırı olanların uygulanmasına son verilmeli ve gerekli düzeltmeler yapılmalıdır. Farz olan hususlar ise titiz bir şekilde uygulanmalı, Kuran’da çokça vurgulanan bu ibadet en güzel şekilde eda edilmelidir. Farz olmayan hususlardan, Müslümanların Allah’ı çokça anmasına, ibadetlerini düzenli ve kargaşasız bir şekilde yapmalarına hizmet edenler ise (“ümmetin sünneti” olarak andığımız uygulamalar) farzlaştırılmadan muhafaza edilmelidir.
KURAN’DAKİ ORUÇ
Peygamberimiz’in döneminde “oruç” denildiğinde neyin kastedildiği anlaşılmaktaydı. Nitekim 2-Bakara Suresi 183. ayette “Oruç sizden öncekilerin üzerine yazıldığı gibi sizin de üzerinize yazıldı” denilmektedir. Bununla beraber, aşağıda görüleceği gibi, Bakara Suresi’ndeki dört ayetle oruçla ilgili tüm detaylar açıklanmıştır. Bu ayetleri okuyan kişinin oruçla ilgili anlamayacağı herhangi bir husus kalmaz. Bakara Suresi’nin 183, 184, 185 ve 187 numaralı dört ayetinde oruçla ilgili tüm bilgiler verilir. Bu ayetler şöyledir:
183- Ey iman sahipleri! Oruç sizden öncekilerin üzerine yazıldığı gibi sizin de üzerinize yazıldı. Umulur ki sakınırsınız.
184- Sayılı günlerdedir. Sizden kim hasta veya yolculukta olursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutar. Ona gücü yetenlerin, bir yoksulu doyuracak fidye vermesi gerekir. Kim gönülden bir hayır yaparsa, bu kendisi için daha hayırlıdır. Oruç tutmanız, bilirseniz sizin için daha hayırlıdır.
185- Ramazan ayı ki, insanları doğru yola ileten, apaçık ve ayırt edici olan Kuran onda indirilmiştir. Öyleyse sizden kim bu aya tanık olursa, onda oruç tutsun. Hasta ya da yolculukta olanlar, tutamadıkları günler sayısınca diğer günlerde tutarlar. Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez. Bu, sayıyı tamamlamanız, sizi doğru yola ilettiğinden dolayı Allah’ı yüceltmeniz içindir. Umulur ki şükredersiniz.
187- Oruç gecesi kadınlara yaklaşmanız helal kılınmıştır. Onlar sizin giysiniz, siz de onların giysilerisiniz. Allah sizin benliklerinize yazık etmekte olduğunuzu bilmiş, tövbelerinizi kabul edip, sizi bağışlamıştır. Artık onlara yaklaşın ve Allah’ın sizin için yazdığı şeyi arayın. Tan yerinde beyaz iplikle siyah iplik, sizce ayırt edilinceye kadar yiyin için, sonra da orucu geceye kadar tamamlayın…
2-Bakara Suresi 183, 184, 185, 187
Bu dört ayetten orucu öğreniyoruz. Bu ayetleri incelersek, Ramazan orucu hakkındaki tüm bilgiyi öğrenmiş oluruz. Bu ayetlerin ışığında orucu şöyle açıklayabiliriz:
1- Oruç Kuran’ın emrettiği, üzerimize yazılmış bir farzdır (2-Bakara Suresi 183).
2- Oruç Ramazan ayında tutulur (2-Bakara Suresi 185). Ramazan Kuran’ın indirildiği aydır ve oruç bu ayın günlerinde tutulur. Ramazan, Ay takviminin bir ayıdır. Ay’ın hareketlerine göre belirlenir. Ay’ın görünmesiyle başlayan bu ayın başlangıcını, astronomik hesaplarla aylar, hatta seneler önce bilebiliriz. Günümüzde bu ayın başlangıcını, takvimlerle çok önceden ve çok rahat bir biçimde bildiğimiz için Ay’ı gözetlememize gerek kalmamıştır. Günümüzde Ay ve Güneş tutulması gibi çok daha kritik gök olayları bile senelerce önceden, hem de nereden en iyi gözlemlenebileceğiyle beraber bilinmektedir. Kameri ayların hepsi gibi Ramazan da 29 veya 30 gün sürer.
3- Hastalık ya da yolculuk sebebiyle oruç tutamayanlar, tutamadıkları günlerin sayısı kadar başka günlerde oruç tutarlar (2-Bakara Suresi 184). Buna karşılık orucunu kasten bozanın arka arkaya 61 gün oruç tutması gerektiği, uydurma hadislerin ve mezheplerin bir izahıdır; Kuran’da böyle bir izah geçmez. Kuran’da, hacla ilgili bazı eksikliklerde orucun fidye olarak tutulması (2-Bakara Suresi 196), yanlışlıkla ölüme sebebiyet verenlerin köle azat etmeyi yerine getiremezlerse iki ay kesintisiz oruç tutması (4-Nisa Suresi 92), yemin bozanların kefaret olarak oruç tutması (5-Maide Suresi 89), hacda avlanma yasağını çiğneyenlerin kefaret olarak oruç tutması (5-Maide Suresi 95), hanımlarını cahiliye adetlerinde olduğu gibi anası gibi yakın akrabası ilan edip boşanmaya kalkmanın cezası olarak köle azadını yerine getiremeyenlerin kesintisiz iki ay oruç tutması (58-Mücadele Suresi 4) geçer. Görüldüğü gibi Kuran, bazı suçların cezasında orucun, suçun bu dünyadaki bir karşılığı olarak tutulmasını söyler. Tüm bu detayları veren Allah, orucun kasten bozulmasının iki ay kesintisiz oruç tutma gibi bir cezası olsaydı, bunu da açıklamaz mıydı? Madem açıklamamıştır, böyle bir ceza yoktur. Yukarıdaki suçları incelersek, bu suçlardan kiminin oluşma ihtimali binde birden bile az bir ihtimaldir. İnsan hayatında olma ihtimali bu kadar az olan şeyleri açıklayan Allah’ın, kişilerin kasten oruç bozması gibi olma ihtimali çok daha yüksek olan bir olayın böylesi bir cezası olsaydı, bunu açıklamamış olması hiç mümkün müdür?
4- Oruca dayanabilmelerine rağmen oruç tutmayanların bir yoksulu doyuracak kadar fidye vermesi gerekir (2-Bakara Suresi 184). Herkes 2-Bakara Suresi 186. ayetinde belirtildiği gibi Allah’ın bize yakın olduğunu unutmadan değerlendirmesini yapmalıdır. 2-Bakara Suresi 185. ayetin sonundaki “oruç tutmanın bizim için daha hayırlı olduğu” ifadesi göz önünde bulundurularak oruç tutma değerlendirilmelidir. Yoksulu doyurmak isteyenlerin, yoksulu neyle, ne kadar, kaç öğün doyuracakları hususları belirlenirken aynı ayetteki “Kim gönülden bir hayır yaparsa, bu kendisi için daha hayırlıdır” ifadesi göz önünde bulundurulmalıdır.
5- Orucun vakti tan yerinin ağarmasıyla başlar. Bu vakitte (tan yerinde) siyah ipliğin beyaz iplikten ayrılması ifadesi açıklanırken; tan yerinde beyazlığın, ufukta yatay uzanan bir ip gibi görülmesinden dolayı, tan yeri ağarmasına “hayt” (ip) dendiğini söyleyenler olmuştur. Bazılarına göreyse, gecenin karanlığının, belli bir mesafedeki siyah iplikle beyaz ipliğin ayırt edilmesini engellemeyecek şekilde dağılması ayette kastedilmektedir. 2-Bakara Suresi 187. ayette geçen “sizce” ifadesiyle; orucun başlangıç vaktinin ufukta ışık alametlerinin ilk gözükmeye başladığı an değil, karanlığın biraz daha açıldığı sonraki zaman olduğu anlaşılmaktadır. Mevcut takvimlerin çoğunda gösterilen başlangıç vaktine göre orucun başlangıcında bir miktar daha esneklik olduğunu söyleyebiliriz. Orucun süresi geceye dek devam eder. Kuran’da günün gece ve gündüz diye iki kısım olduğunu görüyoruz. Orucun bitiş zamanı gecenin başı, yani gündüzün sonudur (2-Bakara Suresi 187).
6- Oruç gecesi kadınlara yaklaşabileceğimiz söylenir (2-Bakara Suresi 187). “Yaklaşma” kelimesi mecazi anlatımlı bir kelimedir. Kadın erkek cinselliği için aynı şekilde Türkçede de “beraber olma” gibi deyimler kullanılmakta, bu deyimle “cinsel ilişki” kastedilmektedir. Bu ayetteki ifade tarzından, Peygamberimiz’in döneminde “oruç” denildiğinde anlaşılana “oruç gecesi kadınlara yaklaşmamanın” da dahil olduğu veya bu hususta bir anlaşmazlığın oluştuğu anlaşılmaktadır; ayetteki bu ifadeyle bu husus açıklığa kavuşturulmuş olmaktadır.
7- Bakara Suresi 187. ayette, orucun başlangıç vaktine kadar yiyebileceğimiz ve içebileceğimiz söylenir. Böylece orucu oluşturan üç unsur olan; 1- yememe, 2- içmeme, 3- cinsel ilişkiye girmemenin oruç vaktinde yerine getirilmesi, yani bunların orucu oluşturduğu anlaşılır. Orucun bitiş vakti olan gecenin başlangıcından sonra bunlar serbesttir. Kan vermenin, kusmanın, küfretmenin, kavga etmenin orucu bozduğu şeklindeki izahlar uydurmadır. Orucu oluşturan unsurlar bellidir. Yemek, içmek ve cinsel ilişki dışında hiçbir şey orucu bozmaz.
KURAN’DAKİ ZEKAT
Kuran’da malların, maddi değeri olan varlıkların Allah yolunda sarf edilmesi “zekat, sadaka, infak” gibi kelimelerle, kimi zaman da “Yoksulu yedirin” gibi ifadelerle (örneğin 74-Müdessir Suresi 44) veya mallarla Allah yolunda mücadele etmeden (örneğin 4-Nisa Suresi 95) bahsedilmesiyle anlatılır. Kuran’da birçok ayette anlatılan ve ısrarla vurgulanan bu ibadet, dinimize göre en temel vazifelerimizden birisidir.
Kuran’da geçen “infak” kelimesi Türkçede “harcamak, sahip olunan mallardan vermek” demektir. Kuran’da geçen bu kelime Türkçedeki “harcama” kelimesi gibi hem Allah yolunda harcamayı, hem de bunun dışındaki harcamaları ifade eder. Genelde Allah yolunda harcamayı ifade etmek için kullanılmış olan bu kelime, Allah yolundan alıkoymak için yapılan harcamalar için de kullanılmıştır (Bakınız: 8-Enfal Suresi 36). Oysa “sadaka” kelimesi hep “Allah yolunda harcamalar” manasında kullanılır. “Sadaka” kelimesi kökünde “doğrulama” manasına sahiptir. Allah yolunda yapılan harcamaların, Allah’ın hükümlerine inanmanın ve bu hükümleri doğrulamanın bir sonucu olması “sadaka” kelimesinin bu kullanılış tarzına sebep olmuş olabilir. “Zekat” kelimesi ise “temizlenme” manası taşır. Kuran’da “zekat” kelimesi “sahip olunan değerlerden başkalarına vererek temizlenme” manasında kullanılır. Nitekim 9-Tevbe Suresi 103. ayetten “sadaka vermenin”, “temizlenme” yani “zekat” olduğunu anlayabiliriz. “Zekat”ı, “sadaka”yı da kapsayan daha geniş anlamlı bir kavram olarak düşünebiliriz. Bu anlayışa göre “zekat”, sahip olunan tüm imkanlardan vererek temizlenmeyi gerektirir. Yani kişi mallardan vererek “zekat” vazifesini yerine getireceği gibi, sahip olduğu bilgisinden başkalarını faydalandırmakla da “zekat” vazifesini yerine getirmiş olur. Kuran, sahip olduğumuz mallardan ve maddi değerli varlıklardan kimlere vereceğimizi şu ayetleriyle açıklar:
…yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, özgürlüğe kavuşma gayretindekilere veren…
2-Bakara Suresi 177
Sana neyi infak edeceklerini (harcayacaklarını) sorarlar. De ki: “Hayır olarak infak edeceğiniz (harcayacağınız) anne, baba, yakınlar, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlaradır. Hayır olarak yaptıklarınızı şüphesiz Allah bilmektedir.”
2-Bakara Suresi 215
Kendilerini Allah yoluna adayan yoksullar içindir ki yeryüzünde dolaşmaya güç yetiremezler. Onurlarından dolayı, bilmeyen onları zengin sanır. Sen onları yüzlerinden tanırsın. Yüzsüzlük ederek insanlardan istemezler. Hayır olarak gerçekleştirdiğiniz infaklarınızı (harcamalarınızı) şüphesiz Allah bilmektedir.
2-Bakara Suresi 273
Sadakalar, Allah’tan bir farz olarak yalnızca şunlar içindir: Yoksullar, düşkünler, görevli olanlar, kalpleri ısındırılacaklar, özgürlüğünü kaybetmişler, borçlular, Allah yolundakiler, yolda kalmış kişi. Allah bilendir, hakimdir.
9-Tevbe Suresi 60
Görüldüğü gibi ayetlerden, Allah için yapacağımız harcamaların kimlere gideceğini anlıyoruz. Allah yolunda yapılacak harcamanın miktarına gelince, sorulan şu soruya verilen cevap bu konuda önemlidir:
Ve sana neyi infak edeceklerini (harcayacaklarını, vereceklerini) sorarlar. De ki: “Bağışladığınızı”. Böylece Allah size ayetlerini açıklar, umulur ki düşünürsünüz.
2-Bakara Suresi 219
Görüldüğü gibi neyin harcanacağı sorusuna Kuran’da cevap vermiştir. Bu cevap ne 1/40’tır, ne de başka rakamsal bir orandır. Kuran’daki mallardan sarf etmeyle ve mal yığmamayla ilgili vurgulara bakarak, 1/40 oranında sahip olunan mallardan vermenin Kuran’ın idealinin çok çok gerisinde olduğunu söyleyebiliriz. Kuran’da “Allah’ı çok anma” ve “israf etmeme” gibi birçok önemli dini hüküm sayılarla ifade edilmeden farzlaştırılmıştır. Örneğin “Günde 500 kere Allah demek farzdır” veya “Yarım litreden fazla suyla abdest almak israftır” gibi ifadeler kullanılmadan, Kuran’ın bu önemli hükümleri kesin sayılara bağlanmadan farzlaştırılmıştır. Aynısının zekat için de geçerli olduğunu söyleyebiliriz.
Birçok kişi eğer Kuran çevirilerini incelerse “bağışladığınızı” diye yaptığımız çevirinin “ihtiyaçtan artanı” diye çevrildiğine de rastlayabilir. Burada bizim “bağışladığınızı” diye çevirdiğimiz ve diğer bazı çevirilerde “ihtiyaçtan artanı” diye çevrilen kelime “afv”dır. İsteyen bu kelimenin geçtiği; 2-Bakara Suresi 187, 3-Ali İmran Suresi 152, 3-Ali İmran Suresi 155, 5-Maide Suresi 95, 5-Maide Suresi 101, 9-Tevbe Suresi 43, 42-Şura Suresi 40, 64-Teğabun Suresi 14 ayetlerini inceleyebilir. Tercümelerde bu ayetlerdeki aynı kelimenin karşılığını “affetmek” ve “bağışlama” olarak bulacaksınız. Aynı kelime Türkçeye de “affetmek” şeklinde girmiştir. Ayetten “gönlümüzden kopanı, isteyerek ayırdıklarımızı” vermemiz anlaşılmaktadır. Bu ayet yapılan harcamaların gönül rızası ile gerçekleşen harcamalar olduğunu gösterir. Bu yüzden kişinin, ekonomik hayatında vermeye zorunlu tutulduğu vergi, KDV gibi harcamaları ile “infakı/sadakayı/zekatı” gerçekleştirdiğini düşünmek hata olur. Bunların büyük kısmını devlet, verdiği hizmetler karşısında almaktadır; devlet bunlar karşılığında yol, güvenlik gibi hizmetler vermektedir. Bu şekilde verilen parayla ceket, peynir, apartman aidatı için verilen para arasında fark yoktur. Allah yolunda yapılan harcamalar ise gönül rızasının sonucudur, bir hizmetin bedeli değildir. Ekonomik mecburiyetler, zorla alınmalar, verilen hizmetler için yapılan ödemeler buna dâhil edilemez. 9-Tevbe Suresi 60. ayetten “görevli olanlara” da zekatın verilebileceğini görüyoruz; bu ifade dernek, vakıf veya devlet gibi kurumların görevlendirdiği kişilere de zekatın verilebileceğini gösterir. Fakat “görevli olanlara” teslim edilecek zekatın Kuran’da sayılanlara ulaştırılması gerekir. Bir vakfın su samurlarına veya devletin eletrik şebekesine yapacağı harcama için görevlilerce topladığı paralardan zekat olmaz. Kuran’ın mallarımızdan, Allah’ın rızık olarak verdiklerinden harcamamızı söyleyen birçok ayeti vardır. Kuran’da cimrilik kınanmış ve Allah’ın verdiklerinden yine Allah rızası için sarf etmemiz söylenmiştir. Kuran, özel mülkiyeti helal kılmış fakat Allah’ın tüm nimetlerin sahibi olduğu bilinci ile kulların, Allah’ın verdiklerinden sarf ederek sosyal adaleti sağlamaları istenmiştir.
Mezheplerde, Kuran’da olmayan zekat ölçülerinin yanında, “bir malın bir kişide en az bir sene kaldığında zekat vermesinin gerektiği” gibi hükümler de ifade edilmiştir. Ehli Sünnet olduğunu ifade eden mezheplerin bazısında, bir kişi bir sene dolmadan az önce parasını eşine hibe ederse (sonra almak üzere) zekat vermekten kurtulacağı, her sene böylesine bir işlemle zekat vermek yükümlülüğünden kaçmanın caiz olduğu söylenecek kadar İslam’ın bu temel emri hiçe sayılmıştır. Ayrıca günümüzde, büyük holding sahiplerinin birçoğu bile parasını bir sene bir yerde bekletmemekte, sürekli işlerinde sermaye olarak döndürmektedirler. “Borçlu zekat veremez” veya “mal üretiminde kullanılan mallardan zekat verilmez” gibi Kuran’da olmayan prensipler düşünülürse; krediyle iş yapan holdingciler, üretim aracı fabrika olan fabrikatörler, aşağı yukarı hiç zekat vermeyecek fakat çiftçi ürününü topladığında bunun 1/10’unu zekat olarak verecek demektir. Mezhepçilerin bir diğer izahına göre binek için zekat verilmez. Bu izaha göre milyonluk arabası olanlar zekat vermeyecek ama on kilo domates toplayan bir kilosunu verecektir. Kuran’ın verdiği esnekliğin kaldırılması hoş görülemeyeceği gibi, Kuran’ın bir farzının uydurma izahlarla yok sayılması sonucunu doğuracak izahlar da, zekat yükümlülüğünden kaçmak için yapılan hileyi şeriyyeler de hoş görülemez. Bu hileyi şeriyyeler sonucunda ortaya çıkan felaket tablosu ortadadır. Kuran, diğer konuları olduğu gibi, mallarımızı nasıl harcayacağımızı ve kimlere yardımlar yapmamız gerektiğini de tam ve eksiksiz bir şekilde açıklamıştır. Kuran bize yoksulların malımızda hakkı olduğunu öğretmekte (70-Mearic Suresi 24, 25) ve sadaka ile bizim yoksulların bu hakkını kendilerine teslim edip temizlendiğimizi (zekat verdiğimizi) anlatmaktadır. Mallarını Allah yolunda harcayacak kişi, malların gerçek sahibinin Allah olduğunu unutmayacak, bu konudaki tüm Kuran ayetlerini göz önünde bulunduracak ve dinimizin çok önem verdiği bu ibadeti gerçekleştirecektir. Sosyal adalet dengesizliğini yaratan hırsla para yığma alışkanlığı, dinimizce hiç hoş karşılanmamaktadır.
Ey iman sahipleri! Hahamlardan ve rahiplerden birçoğu halkın mallarını uydurma yollarla yerler ve Allah’ın yolundan alıkoyarlar.
9-Tevbe Suresi 34
9-Tevbe Suresi 34. ayetteki ifadeyi göz önünde bulundurarak; zekatımızın, sahtekar din adamlarına gitmemesine, onların sahtekarlıklarına kurban gitmemeye de dikkat etmeliyiz. Bu ibadette, herkes kendi bütçesine göre elinden geleni yapmalıdır:
Geniş imkânı olan bu geniş imkânından harcasın. Rızkı kısıtlı tutulan da Allah’ın kendisine verdiği kadarıyla versin.
65-Talak Suresi 7
Servetlerin sınırlı kişilerin arasında dolaşması ve fakirlere ulaşmaması, dünyadaki birçok kötülük ve sorunun sebebidir ve bu durum Kuran’ın idealleriyle çatışmaktadır:
…Böylece o mallar sizden yalnızca zenginler arasında dolaşan bir servet olmasın…
59-Haşr Suresi 7
Kişinin hem iyi hem de kötü zamanlarında infak etmesi gereklidir:
Onlar hem bollukta hem darlıkta infak ederler…
3-Ali İmran Suresi 134
Yapılacak harcamalarda en uygun yolun ürünler ele geçer geçmez onun zekatının verilmesi olduğunu şu ayetten anlıyoruz:
…Ürün verdiğinde ürününden yiyin ve hasad zamanı hakkını verin…
6-Enam Suresi 141
Allah kendi rızası için harcamalarımızın gizli de, açık da olabileceğini söylemekte fakat gizli şekilde vermeyi üstün tutmaktadır:
… Kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açık olarak infak ederler (harcarlar)…
13-Rad Suresi 22
Sadakaları açıktan verirseniz ne iyi fakat gizleyip fakirlere verirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.
2-Bakara Suresi 271
Bu harcamaların yapılmasında Allah rızası dışında yollara sapılıp gösteriş yapılmaması ve verilenlerin başa kakılmaması da Kuran’da geçer:
262- Mallarını Allah yolunda harcayıp, sonra da harcamaların peşinden başa kakıp eziyet vermeyenlerin ödülleri Rableri katındadır. Onlara korku yoktur ve tasalanmayacaklardır onlar.
263- Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden eziyet gelen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah cömerttir, yumuşak davranandır.
264- Ey iman edenler! Allah’a ve ahiret gününe inanmadığı halde insanlara gösteriş olsun diye malını infak eden kişi gibi sadakalarınızı başa kakarak ve eziyet ederek boşa çıkarmayın.
2-Bakara Suresi 262-264
2-Bakara Suresi 267. ayette düzgün mallardan harcama yapmamız, tiksinilecek şeyleri infak etmememiz gerektiği anlatılır. Kuran servet sahiplerine, mallarında fakirlerin hakkının olduğunun, malın gerçek sahibinin Allah olduğunun dersini verir.
Sevdiğiniz şeylerden harcamadıkça asla iyiliğe eremezsiniz. Her ne harcarsanız şüphesiz Allah onu bilir.
3-Ali İmran Suresi 92
Allah yolunda mallardan sarf etmek, fakiri kollamak, Kuran’ın çok vurguladığı, Allah’ın daha önceki vahiylerinde de olan çok önemli bir ibadettir. Kuran’da, ölüm gelip de geri dönüşü olmayan bir pişmanlıkla karşılaşılmadan önce Allah yolunda sarf etmek emredilir.
Ölüm gelip de “Rabbim, beni yakın bir süreye kadar ertelesen de sadaka versem, iyilerden olsam” demeden önce, verdiğimiz rızıklardan sadaka verin.
63-Münafikun Suresi 10
KURAN’DAKİ HAC
Kuran’da hac, 2-Bakara Suresi 158, 189, 196, 198, 199, 200, 203; 3-Ali İmran Suresi 97; 5-Maide Suresi 1, 2, 95, 96, 97; 9-Tevbe Suresi 3; 22-Hac Suresi 25, 26, 27, 28, 29. ayetlerinde anlatılmaktadır. Peygamberimiz’in İslam’ı ilk tebliğ ettiği yer olan Mekke’nin en önemli özelliği haccın yapıldığı Kabe’nin bulunduğu yer olmasıdır. O bölgedeki Yahudi, Hıristiyan ve putperestlerin hepsinden Kabe saygı görüyordu. Burası hac için insanları toplama özelliğiyle değişik toplulukların buluşma, ticaret, fikir alışverişi için de bir merkez rolü oynuyordu. Buradaki insanlar “hac” denildiğinde neyin kastedildiğini biliyorlardı. Bu kelimenin geçtiği yerlerde “el-hac” olarak belirlilik (marife) takısıyla geçmesi de bu ibadetin bilinen bir ibadet olduğunu göstermektedir. Her ne kadar hac, namaz gibi her gün yapılan bir ibadet olmasa da namaz gibi topluca yapılan ve topluluğa katılarak tanık olunan bir ibadettir. Kısacası namaz gibi hac da hiçbir hadis kitabının tarifine muhtaç olunmadan Kuran’dan farz olduğu anlaşılan ve toplu katılıma katılarak tanık olunan bir ibadettir. Elbette hac anlayışıyla ilgili bir yanlışlık varsa, bu yanlışlık da Kuran’dan hareketle düzeltilmelidir. Kuran’ın ayetlerinin ışığında haccı şöyle özetleyebiliriz:
1- Hac kelimesine sözlüklerde “kastetmek” anlamı verilir. Kurani bir terim olarak “hac”, belli bir zaman diliminde, belli şartları yerine getirmeyi de içeren, Kabe’ye yapılan bir ziyareti ifade etmektedir. 3-Ali İmran Suresi 97. ayetten haccın yapılmasının gücü yeten kullar üzerinde Allah’ın bir hakkı olduğunu öğreniyoruz. Ayetten haccı, gücü yetenlerin yapacağı anlaşılır. Allah “gücü yetmek” deyimini açıklamamış, bu deyimin anlaşılmasını bize bırakmıştır. Mezhepler, “gücü yetmek” deyiminin anlamını kısıtlamaya çalışmışlardır. Bu ifadeden esir olmamak da, maddi güç yeterliliği de, sağlık açısından yeterlilik de anlaşılabilir. Hangi derecede sağlığın ve maddi gücün “güç yetirme” kavramını karşılayacağına vicdanlı bir değerlendirmeyle karar vermek gerekir. Kişiler, Allah’a kaşı sorumluluklarını, Allah’ın tüm şartları ve düşünceleri bildiğini, vicdani kanaatlerden de mesul olduklarını göz önünde bulundurup “güç yetirme” kavramını en iyi şekilde değerlendirecek ve kendilerinin hacca gitmeye güçlerinin yetip yetmediğine karar vereceklerdir.
2- Hac, İbrahim Peygamber döneminden beri yapılan bir ibadettir (22-Hac Suresi 26, 27). Kabe’de, Hz. İbrahim’in makamı ve apaçık deliller vardır (3-Ali İmran Suresi 97). Kabe’ye ev sahipliği yapan Mekke’deki insanların “hac” denildiğinde ne kastedildiğini anlamadıkları düşünülemez. Kuran, putperestlerin yaptığı tahrifatları düzelterek Hz. İbrahim’den beri uygulanan bu ibadeti tektanrıcı özüne döndürmüştür.
3- Bakara Suresi 197. ayette haccın “bilinen aylarda” olduğu söylenir. Üstelik “aylar” şeklinde çoğul bir ifade kullanılır; Arapçada ikilik için özel takı olduğu için buradaki çoğul takısından haccın en az üç aylık bir dönemi kapsadığı anlaşılmaktadır. Oysa günümüzde hacılar, haccın kısa bir süreye sıkıştırılması (Arafat’ta bulunmanın ancak belirli tek günde olması gerektiğinin dayatılması) yüzünden kalabalıktan birbirlerini ezmekte, birçok ölüm vakası meydana gelmekte ve hacılar perişan olmaktadırlar. Ayrıca hacı olmak için başvurup sıra bekleyen ve bu ibadetini gerçekleştiremeyen geniş bir kitle vardır. Ulaşım imkânlarının kolaylaştığı ve dünya Müslümanlarının sayısının arttığı göz önünde bulundurulduğunda ilerleyen yıllarda birçok kişinin başvurmasına rağmen bu farz ibadeti gerçekleştiremeyeceği anlaşılmaktadır. Oysa Kuran’da bahsedildiği gibi bu ibadet aylara yayılırsa bu sorun da hallolacaktır. Her şeyi bilen Allah bu durumu da öngörmüş, haccı mezheplerin sunduğundan çok daha geniş bir döneme yaymış, bu ümmetin geniş bir kitlesinin yapmaya kalkması halinde gerçekleştiremeyecekleri bir ibadeti farz kılmamıştır. Kuran’ın verdiği imkânları halka sunmayanlar halkı hem perişan etmekte hem de birçok kişiyi bir farzı yerine getirmekten alıkoymaktadırlar.
Hz. İbrahim döneminden beri uygulanan haccın “bilinen aylar”da olduğu 2-Bakara Suresi 197. ayette söylenir. Aynı İlkbahar denilince Mart, Nisan, Mayıs aylarının anlaşıldığı gibi, hac aylarının da, Kuran’ın vahyi döneminde başta bu şekilde anlaşıldığını görüyoruz fakat bu konu da mezhepçi tahribatın dışında kalamamıştır. Günümüzde ne yazık ki hac ayları denilince ne anlaşılması gerektiği ile ilgili bir anlam bulanıklığı oluşmuştur. Mezheplerin çoğunluğuna göre “hac ayları”ndan kasıt Şevval, Zilkade ve Zilhicce’nin 10 günüdür. Bazıları ise bu üç ayın tamamının kastedildiğini söylemişlerdir. Müfessir Muhammed İzzet Derveze ise üç haram ay olan Zilkade, Zilhicce ve Muharrem’in hac ayları olduğunu ifade etmiştir. Haccı birkaç güne sıkıştıranlar, daha önceki aylarda ihrama (ihramı altıncı maddede açıkladık) girilebileceğini fakat haccın bu aylarda tamamlanamayacağını söylemektedirler. Fakat böylesi bir yaklaşımda bulunanlar bu aylarda hac yapılabildiğini kabul etmiş olmamaktadırlar. Ayrıca mezheplerin çoğunluğunun görüşü olan “iki ay on günlük” süre, haram ayların en az üç ay olduğunu belirten söylediğimiz ifadeyle çelişkilidir. Nitekim Kuran’da, üstelik haccın “bilinen aylar” da olduğunu söyleyen ayetin olduğu aynı surede, 2-Bakara Suresi 234. ayette, eşleri ölen kadınların bekleme süresinin “dört ay 10 gün” olduğu ifade edilerek “10 gün” de gerektiği için vurgulanmıştır. Aynı surede, gerekli durumda “dört ay 10 gün” ile beklenecek gün açıklanmışken, hacla ilgili ifadede en az üç ay anlaşılırken birilerinin bunu “iki ay 10 gün” olarak Kuran’la uyumsuz bir şekilde açıklaması apaçık bir yanlış olarak gözükmektedir.
Buradaki sorunu çözmede, Kuran’da geçen “haram aylar” ile ilgili ifadelerin beraber değerlendirilmesinin önemli olduğunu söyleyebiliriz. Hac aylarının bilinen aylarda olmasından kasıt, aynı zamanda bu ayların haram aylar olmasındandır. Haram aylarda savaşmak yasaktır. Bu yasak, hac görevinin yerine getirilmesine olanak sağlamaktadır. Kabe’nin etrafındaki kavimler haram aylarda savaşma yasağına uyarak hac ibadetinin durmamasını, kendi çekişmelerinin kişileri hacdan alıkoymamasını sağlamaktaydılar. Hz. İbrahim’den sonraki nesillerdeki putperestler de Kabe’nin koruyucusu olarak kendilerini görmüşler, haram aylarla çeşitli oynamalar yapmışlarsa da bu geleneği devam ettirmişlerdir. Haccı bir ticaret kaynağı olarak değerlendirmiş ve haram aylara da ticaretlerini kurtaran bir unsur olarak riayet etmişlerdir. (8-Enfal Suresi 34 ve 35’ten ortak koşanların kendilerini Kabe’nin varisi olarak görmelerini anlayabiliriz.)
Haram aylardan bahseden 2-Bakara Suresi 194. ayetten iki ayet sonra hacdan bahsedilmesinden, 2-Bakara Suresi 217’de haram aylarda savaşmanın büyük suç olduğunun vurgulanmasından ve haccın yapıldığı yer olan Mescid-i Haram’a ulaşılmasının engellenmesinden beraber bahsedilmesinden, 5-Maide Suresi 2’de haram ayın ve hac ibadetindeki ihramın beraber anılmasından, yine aynı sure 97. ayette haram ayların ve hacda ziyaret edilen Kabe’nin beraber anılmasından; bilinen hac aylarının haram aylar olduğu anlaşılmaktadır. Zaten bu ayların haramlığı da hacla ilintilidir.
Birçok kitapta haram ayların hac ibadetiyle ilişkisinden bahsedilmesine karşı haram ayların hac aylarından ayrı kabul edilmesinin bir çelişki olduğu kanaatindeyiz. Eğer haram aylar haccın rahat yapılabilmesini sağlayan aylarsa haccın yapıldığı aylar aynı zamanda haram aylar olmaz mı? Haram aylar olarak kaynakların çoğunda “Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Receb” ayları sayılır, ilk üç ay birbirlerine bitişikken Receb ayı önceki aylara bitişik bir ay değildir. “Recep” ayının haram ay olamayacağı bizce apaçıktır. Kuran’dan haram ayların bitişik olduğu Tevbe Suresi’nin başındaki ayetlerden çok rahat bir şekilde anlaşılmaktadır. 9-Tevbe Suresi 2. ayette putperestlere “dört aylık” müddet verilmekte, 5. ayette “haram aylar” olan bu dönem geçince gereğinin yapılması söylenmektedir. Sırf bu ayetler bu ayların birbirlerine bitişik dört ay olduğunun anlaşılmasına yeterlidir. 9-Tevbe Suresi 37. ayette, haram aylarla oynamak kötü bir fiil olarak takdim edilmektedir. Ama ne yazık ki bu ayetin ihtarına uyulmamış ve birbirlerine bitişik olduğu Kuran’dan belli olan bu aylarla ilgili -birçok başka konuda olduğu gibi- tahrifat yapılmıştır.
Burada gözden kaçan önemli bir husus daha vardır; 9-Tevbe Suresi 3. ayette bu duyurunun “Büyük Hac Günü” yapıldığı ifade edilmektedir; eğer bu günden itibaren dört ay beklenecekse bu günün haram ayların başlangıç günü olduğu anlaşılmaktadır. 12 ayın 4 tanesinin haram aylar olduğu aynı surenin, 9-Tevbe Suresi’nin 36. ayetinde ifade edilmektedir. 2-Bakara Suresi 189. ayetten bu 4 ayın Ay (Kameri) takvimindeki “aylar” olduğunu anlarız. Bu aylar tam Kameri aylar olduğuna göre buradan “Büyük Hac Günü”nün bu dört ayın başı ve bir ayın ilk günü olduğu anlaşılmaktadır. “Büyük Hac Günü” haram ayların başladığı ilk gündür, bugünün böylesi özel bir vurguyla anılmasının sebebi ise açıktır; bu gün haccın da başlangıç günüdür. Zaten haram ayların haccın rahat yapılabilmesi için savaşmanın haram olduğu aylar olduğu anlaşıldıktan sonra haccın aynı aylarda olduğu da anlaşılır. Kısacası “Büyük Hac Günü” haram ayların ilk günüdür, bu yüzden bir ayın ilk günüdür ve bu aynı zamanda haccın başlangıç günüdür. Haccın belli bir gününe Arafat’ta olmayı sıkıştıran yaklaşımın hatalı olduğu anlaşılınca o günün “Büyük Hac Günü” olarak nitelenmesinin yanlış olduğu da anlaşılır. Görülüyor ki mezhepler bu konuda da Kuran’la çelişkili bir yaklaşım benimsemiştir ve bunun da düzeltilmesi gerekmektedir.
Sonuçta hac, haram ayların içinde yapılan bir ibadettir. Burada bu ayların hangileri olduğuyla ilgili (araştırmalarımız neticesinde değerlendirmeniz için önerdiğimiz) üç farklı görüşü aktaracağız ve ihtilaf çıkmış bu konudaki görüşlerin hangisinin doğru olduğu üzerinde araştırmaya sizi davet edeceğiz. Birinci görüşe göre hac ayları olarak şu anda da bilinen (fakat hac bunlara yayılmayan) birbirine bitişik “Şevval, Zilkade ve Zilhicce” ayları hac aylarıdır. Haram ay olarak bilinen aylardan bu aylara bitişik olan ve ismi “haram olan ay” anlamına gelen “Muharrem” bu aylara eklenmek suretiyle ise “Şevval, Zilkade, Zilhicce, Muharrem” olarak haram aylar ortaya çıkar. Haram aylardan olduğu ileri sürülüp de bu aylarla bitişik olmadığı için bu aylardan olması mümkün olmayan “Receb” ayının çıkartılmasıyla ve yerine “Şevval” konmasıyla bu dört haram ay bulunur. Bu görüşe göre haram aylardan sonuncusu olan “Muharrem” hacıların dönüşünün kolaylaşması gibi bir sebeple hac aylarına bitişiktir ama hac aylarından biri değildir.
İkinci görüşe göre birbirlerine bitişik olan ve şu anda hac ayları olarak kabul edilen “Şevval, Zilkade ve Zilhicce” aylarına “Muharrem” ayı eklenmek suretiyle dört tane hac ayı da olan haram aylar bulunur. Bunun birinci görüşten farkı hac aylarının ve haram aylarının tamamen aynı dört ay olduğunun söylenmesidir. Nitekim 9-Tevbe Suresi 4. ayette tarif edilen bitişik dört ayı Zuhri de “Şevval, Zilkade ve Zilhicce, Muharrem” ayları olarak değerlendirmiştir. (Bakınız: Elmalılı Hamdi Yazır, Tevbe Suresi 2. ayetin tefsiri; Taberi, Tevbe Suresi 2. ayetin tefsiri) Bu aylardan “Zilkade” ve Zilhicce” ayları haram aylar olduğu ileri sürülen aylarla ortaktır, “Muharrem” ayı ise zaten “haram olan ay” demektir, bu ayın eklenmesiyle dört aya ulaşılır. Bu yapılırken evvelki aylara bitişik olmadığı için bu aylarla ilgisi olması mümkün olmayan ve haram ay olduğu iddia edilen “Receb” ayı çıkarılır. Kısacası şu anda “hac ayları” ve “haram aylar” olduğu söylenen ayların birleştirilmesiyle karşımıza çıkan 5 aydan, bu aylarla bitişik olmadığı için bu aylardan olması mümkün olmayan “Receb” ayının çıkartılmasıyla 4 ay bulunur.
Bizim de tercihimiz olan üçüncü görüş ise şöyledir: Bu ayların ilk gününün adı nasıl “Büyük Hac Günü” ise aynı şekilde bu ayların ilkinin “hac ayı” anlamına gelen “Zilhicce” olduğunu düşünmek makuldür. Hac bu ayla başladığı için haccın ilk ayının isminin Arapçada “hac ayı” manasına gelen “Zilhicce” olarak konulduğunu tahmin edebiliriz. Zilhicce ilk ay olunca Zilhicce’yi takip eden Muharrem, Safer ve Rebiulevvel’in diğer hac ayları olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu arada bu ayların ikincisi olan “Muharrem” ayının anlamı “haram olan ay” olmayı ifade eder ki ismiyle bu dört ayın bir parçası olduğunu tasdik etmektedir. Burada enteresan ek bir delil de ileri sürülmüştür. Rebiulevvel ayı iki kelimeden oluşan birleşik bir kelimedir. “Rebiul” kelimesi dördüncü olmayı, “Evvel” kelimesi ise ilk olmayı ifade etmektir, yani bu ay “İlk-Dördüncü” anlamını taşımaktadır. Bu aydan sonra “Rebiul-Ahir” ayı gelmektedir ki bu ayın ismi ise “Sonraki-Dördüncü” anlamına gelmektir. “Rebiul-Evvel” ayı haram ayların dördüncü ve sonuncu ayı olduğu için bu ismi almıştır. Ay takviminin ilk ayı Muharrem olduğu için, “Rebiul-Ahir” ayı, takvim sırasındaki dördüncü aydır. Bu da bu ayın isminin neden “Sonraki” (Ahir) “Dördüncü” (Rebiul) olduğunu açıklar. Eğer “Rebiul-Evvel”in haram ayların dördüncü ayı olduğu anlaşılmazsa, Rebiul-Ahir’in neden “Sonraki Dördüncü” anlamına geldiği ve “Rebiul-Evvel” in neyin “dördüncüsü” olduğu açıklanamaz. Bu da haram ayların Zilhicce ile başlayıp, dördüncü ay olan Rebiul-Evvel ile bittiğini desteklemektedir; kısacası bu aylar “Zilhicce, Muharrem, Safer, Rebiulevvel” aylarıdır. Tefsircilerin önemli bir çoğunluğunun, bahsedilen dört ayın ilk gününün (Büyük Hac Günü) ifade edildiği Tevbe Suresi’nin bu ayetlerinin Zilhicce ayında vahyedildiği kanaatinde olması da bu görüşü desteklemektedir. Böylelikle Zilhicce ilk ay olarak kabul edilip dört ay sayılınca, bu görüşte ifade edilen haram aylar ortaya çıkmaktadır. Taberi, Dehhak, Katade, Süddi, Muhammed bin Ka’b el-Kurezi, Mücahidi gibi önemli bir çoğunluğa göre 9-Tevbe Suresi 2. ayette bahsedilen dört ay, bitişik olan “Zilhicce 10’dan başlayarak, Muharrem, Safer, Rebiulevvel, Rebiulahir’in 10’una dek” şeklindedir. (Bakınız: Taberi, Tevbe Suresi 2. ayetin tefsiri) 9-Tevbe Suresi 36. ayete binaen, haram ayların burada kastedilen dört tam ay olması gerektiği şeklindeki düzeltmeyi yaparsak, yani Zilhicce’nin başından Rebiulevvel’in sonuna dek olacak şekilde 10 günlük hatayı düzeltirsek, bu bitişik dört ay, aktardığımız üçüncü görüşü desteklemiş olmaktadır.
Hac aylarının bugün yapıldığı gibi birkaç güne sıkıştırılmaması gerektiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu konudaki farklı görüşlerden haberdar olmanız için farklı görüşleri size aktardık. Bu kitaptaki her şeyi olduğu gibi bu konuyu da samimi bir yaklaşımla Kuran’a giderek, sonra ise akıl ve vicdanınızı kullanarak gözden geçirin.
Kuran’ın vahyi döneminde bilinen bu aylarla ilgili bir tahribat yapılmış ve insanların birbirlerini ezip öldürmelerine yol açan haccı birkaç güne sıkıştırma uygulaması farzlaştırılmıştır. Mezhepler, hayatında bir kez hac yaptığı ifade edilen Peygamberimiz’in (bazı siyer uzmanları Peygamberimiz’in hicretten önce de hac yaptığını ifade etmişlerdir), bahsedilen birkaç günde hac ibadetini yaptığını referans alarak haccı birkaç güne sıkıştırmışlardır. Bahsedilen husus doğru olsa bile, bu günlerde Peygamberimiz’in hac yapmasından, sadece bu günlerde haccın yerine getirilebileceği anlaşılmaz. Bu husus, sabah namazının başlangıç vaktinden sonraki 10. dakikasında Peygamberimiz’in namaza başladığı ile ilgili bir rivayet olsa, sabah namazının daha önceki ve daha sonraki dakikalarında namaza başlanamayacağının söylenemeyeceği kadar açıktır.
4- Hac, kişinin davranışlarına dikkat ettiği, insanlarla bir araya geldiği bir ibadettir. Hacda kavga, kötülüğe sapma, eşler arasında cinsel ilişki yoktur. (2-Bakara Suresi 197). Hac ibadeti sırasında kişi kendisine helal olan bazı şeyleri de haram eder (Eşlerin cinsel ilişkiye girmesi gibi). Hacda dikkat edilmesi belirtilen bu hususlara uymaya “ihram” denir. Hacının ihramda olması budur. İhram sırasında yasak olan şeylerin biri de avdır (5-Maide Suresi 95, 96). Bu avın bir tek kara avını kapsadığı, hacıların deniz avını yiyebileceği ve yapabileceği gibi haccın detayları bile Kuran’da bahsedilen ayetlerde mevcuttur.
5- Kim ihram sırasında kara avı yasağını bilerek çiğnerse, cezası öldürdüğü hayvanın bir benzerini Kabe’ye varacak bir kurbanlık yapmasıdır. Bu benzer kurbanı adaletli iki kişi belirler. Av yasağını çiğneyen kişi, bunun yerine yoksulları doyurarak veya onun dengi oruç tutarak bu yasağı çiğnemesinin kefaretini yerine getirebilir (5- Maide Suresi 95).
6- “Umre”, ziyaret etmek demektir. Haccın belli dönemde yapılmasına karşılık, umre her zaman yapılabilen bir ziyarettir. Hac da, umre de Allah için tamamlanmalıdır (2-Bakara Suresi 196). Siyasi propagandalar, menfaatler, halkı kandırmalar değil; Allah’ın rızası haccın da, umrenin de şartı olmalıdır. Bu ibadetleri yapmaları engellenenler kurban keser veya kestirirler. Kurban yerine varıncaya kadar başlar tıraş edilmez. Hasta ya da başından rahatsız olan oruç tutarak, sadaka vererek ya da kurban keserek fidye yoluna gider. Güvene kavuştuğunda hacca kadar umre yapmak isteyen kolayına gelen bir kurbanı keser veya kestirir. Bunu bulamayan ise üçü hacda, yedisi döndüğünde olmak üzere on gün oruç tutar. Bu ailesi Mescid-i Haram’da olmayanlar içindir. Tüm bunlar 2-Bakara Suresi 196. ayette geçer.
7- Kurbanların üzerine Allah’ın adı anılır ve bunlardan yoksullara verilir ve yenir (22-Hac Suresi 28). Hac ibadeti yapılırken kirlerden arınılmalı, adaklar yerine getirilmelidir (22-Hac Suresi 29). “Kirleri arındırmak” genel bir ifade olduğundan, birçok insanın buluşma yeri olan hacda, her türlü hijyen kuralına dikkat etmek gerekir. Mescid-i Haram’a saçların kısaltılmış, ya da tıraş edilmiş olarak girilmesinden bahseden 48-Fetih Suresi 27. ayet de bu çerçevede değerlendirilebilir. Kabe’nin tavafı böylece temiz bir şekilde yerine getirilecektir (22- Hac Suresi 29). Kabe’nin temiz tutulmasına, böylece hac ibadetinin yapıldığı yerin temiz olmasına da dikkat çekilmiştir (22-Hac Suresi 26).
8- Arafat’tan ayrılıp topluca inilince Meşari Haram’da Allah’ı hatırlamak (zikir) lazımdır. Bu hatırlama Allah’ın bize öğrettiği şekilde olmalıdır (2-Bakara Suresi 198). Allah’ı nasıl hatırlayacağımızı (zikredeceğimizi), Allah bize Kuran’da öğrettiğine göre, bu hatırlama faaliyeti de Kuran’a uygun olacaktır.
9- Sonra insanların topluca akın ettiği yerden akın edilip Allah’tan bağışlanma dilenmelidir (2-Bakara Suresi 199).
10- Gerekli ibadetler bitince de Allah’ı kuvvetli bir biçimde hatırlamak (zikretmek) gerekir (2-Bakara Suresi 200).
11- Sayılı günlerde Allah hatırlanır. İsteyen iki gün içinde ibadetini bitirir, isteyen daha geniş bir zamana yayar (2-Bakara Suresi 203). Hacla ilgili olarak 22-Hac Suresi 28. ayette geçen “bilinen günlerde” (eyyamin malumatin) ve 2-Bakara Suresi 203. ayette geçen “sayılı günlerde” (eyyamin madudatin) ifadelerinin nasıl anlaşılması gerektiği sorulabilir. 2-Bakara Suresi 184. ayette de aynı “sayılı günlerde” (eyyamin madudatin) ifadesi geçmektedir; burada geçen ifade orucun, Kameri aylardan Ramazan’ın günleri boyunca (Kameri aylar 29 veya 30 gün sürer) tutulması gerektiği şeklinde anlaşılmıştır. Hacla ilgili ifade de aynı şekilde hac için belirlenen Kameri ayların günleri içinde ihrama girilip bu ibadetin yapılmasının farz olduğunu ifade etmektedir. Fakat haccın bütün bu aylar boyunca sürmesi farz değildir, 2-Bakara Suresi 203’te geçtiği gibi iki günde de bu ibadet bitirilebilir, daha da uzatılabilir.
12- Safa ile Merve’yi ziyaret etmenin bir sakıncası olmadığı 2-Bakara Suresi 158. ayette söylenir. Aynı ayette Safa ve Merve’nin “Şeairillah” (Allah’ın işaretleri) ifadesiyle nitelenmesi, burayı ziyarete olumlu bir anlam yüklendiği olarak değerlendirilmelidir. Fakat “günah olmadığı” nitelemesiyle takdim edilen bir uygulamanın “farz” olduğunu ifade etmek yanlış olacaktır. Gerçi Süfyan es-Sevri gibi bu uygulamanın “farz” olmadığını ifade edenler ve Hanefiler gibi farz saymayanlar (Hanefilikte bu uygulama vaciptir) olmuşsa da bu uygulamayı birçok kişi “farz” olarak nitelemiştir.
13- Hacda “şeytan taşlama” diye bir uygulamadan Kuran’da bahsedilmez. Kişilerin birbirini en çok ezdiği ve ölümlerin en çok olduğu yer, hac ibadetinin bir bölümü gibi gerçekleştirilen bu uygulamada olmaktadır. Bu uygulamaya Hanefi mezhebinde “farz” değil de “vacip” denildiğini hatırlatalım. Yani Hanefi mezhebinde bu uygulamayı yapmayan kişinin haccı geçerli olmaktadır. Bazıları o dönemde “hac” denildiğinde bu uygulamanın da anlaşıldığını söyleyerek, bu uygulamayı hac ibadetine dahil etmemiz gerektiğini ve bu uygulamanın sembolik olduğunu söylemişlerdir. Öncelikle Kuran’da anlatılan şeytan anlatımlarına bakarsak, şeytanı bir yerde durup da taşlanmayı bekleyen bir varlık olarak anlamanın mümkün olmadığını görürüz. Ayrıca Kuran’da hac anlatılırken Kâbe’yi ziyarete, Arafat’a, Meşari Haram’a, hatta farz olmadığını gördüğümüz Safa ve Merve ziyaretine atıf varken hacda farz veya vacip olsaydı bu uygulamaya da atıf olacağı kanaatindeyiz. Bu yüzden bu uygulamanın hac ibadetinin bir bölümü olmadığını söyleyebiliriz.
14- Hacerül Esved denilen taşın etrafında yapılan gariplikler ve bir taşı selamlamak için insanların birbirlerini ezmesi Kuran’ın sunduğu ruhla bağdaşmaz. Kadının tek başına hacca gidemeyeceği de kadının seyahat haklarını kısıtlayan, dine fatura edilmeye çalışılan, ama dinde yeri olmayan bir yalandır. Vekaleten hac yaptırmak da Kuran’dan onay alabilecek bir uygulama değildir. Hacda güzel koku sürülemeyeceği, dikişli elbise giyilmeyeceği de Kuran’da yer almayan ifadelerdir. Hacdan gelen veya başka bir yerden gelen zemzem suyu, koku, takke, seccadenin özel sevaplar getireceği veya kutsallığı şeklindeki izahlar da hep uydurmadır.
Bu bölüm boyunca Kuran’da farz kılınan namaz, oruç, zekat ve hac ibadetlerinin nasıl anlaşılması gerektiğini ele aldık. Görüldüğü gibi bu ibadetler hiçbir hadis ve ilmihal kitabına başvurmadan anlaşılabilmektedir. Topluluğa katılarak yapılan uygulamaları anlamak için herhangi bir hadis kitabına ihtiyaç yoktur ve bu ibadetlerden bahsedildiğinde neyin kastedildiği Hz. İbrahim’den beri o bölgede bu ibadetler uygulandığı için biliniyordu. Ayrıca görüldüğü gibi Kuran bu konularda gerekli açıklamaları yapmış ve düzeltilmesi gerekli yanlışlar için rehber olmuştur. Buradaki izahlarımızın ancak Kuran’a uygun olduğu ölçüde doğru olduğunu unutmayın ve anlattıklarımızı Kuran’ın nuru ile değerlendirin. Her şeyin en doğrusunu Allah bilir.